Post by YeniAy_Ottoman on Jun 28, 2021 9:20:15 GMT
Çeviri KAYIP RIHTIM sitesinden alınmıştır.
Mya Taş, botları ve deri binici kıyafetleri içinde, yoğun bir ahır kokusuyla gelip Robert’ın yatak odasının kapısını çaldığında, Alayne küçük lorduna Kanatlı Şövalye’nin hikâyelerinden birini okuyordu. Mya’nın saçlarında saman, yüzünde ise çatık kaşlar vardı. Bu kaş çatmanın Mychel Redfort’un yakınlarda bulunduğunun işareti olduğunu biliyordu Alayne.
Mya “Lordum,” diyerek bilgilendirmeye başladı Lord Robert’ı. “Leydi Waynwood’un sancakları bir saatlik mesafede görülmeye başlandı. Yakın zamanda kuzeniniz Harry ile beraber burada olurlar. Onları karşılamak ister misiniz?”
Neden Harry’nin de bahsini açması gerekiyordu ki? diye düşündü Alayne. Şimdi Tatlıbülbül’ü kesinlikle yatağından kaldıramayacağız. Robert yastıklardan birini tokatladı. “Gönder onları. Onları buraya ben çağırmadım.”
Mya şaşkın görünüyordu. Vadi’deki hiç kimse katırları idare etmede kızın eline su dökemiyor olabilirdi; ama küçük lordçuklar bambaşka bir meseleydi. “Davetliler arasındaydılar…” demeye başladı kararsızca. “Turnuva için. Anlayamı-”
Alayne kitabın kapağını kapattı. “Teşekkür ederiz Mya. İzin verirsen Lord Robert ile ben konuşayım.”
Mya’nın yüz hatlarına bir rahatlama dalgası yayıldı. Başka bir kelime etmeden, kaçar gibi odadan çıktı.
Mya gidince “Harry’den nefret ediyorum.” dedi Tatlıbülbül. “Bana kuzen diyor; ama aslında içten içe benim ölmemi bekliyor ki Kartal Yuvası ona kalsın. Bilmediğimi zannediyor; ama biliyorum.”
“Lordum böyle safsatalara inanmamalı.” dedi Alayne. ”Eminim ki Sör Harrold sizi gayet de seviyordur.” Ve tanrılar yüzüme gülerse beni de sevecek. Karnında bir şeyler hafiften kıpırdanır gibiydi.
“Sevmiyor.” diye ısrar etti Lord Robert. “Tek istediği babamın kalesi. Bu yüzden de severmiş gibi yapıyor.” Çocuk yatak örtüsünü sivilceli göğsüne doğru çekti. “Onunla evlenmeni istemiyorum Alayne. Kartal Yuvası’nın Lordu benim ve bunu men ediyorum.” Sesi ağladı ağlayacakmış gibi çıkıyordu. “Onun yerine benimle evlenmelisin. Her gece aynı yatakta beraberce yatabiliriz ve sen de bana masal okursun.”
Cüce kocam oralarda bir yerlerde hala yaşadığı sürece hiçbir adam benimle evlenemez. Petyr’in dediğine göre Kraliçe Cersei’nin önüne bir düzine cüce kellesi getirilmişti; fakat hiçbiri Tyrion’ınki değildi. “Böyle şeyler söylememelisin, Tatlıbülbül. Sen Kartal Yuvası’nın Lordu ve Vadi’nin Savunucusu’sun. Asil doğumlu bir leydi ile evlenip ondan sen öldükten sonra Arryn Hanesi’nin Yüksek Salonları’nda hükmedecek bir erkek çocuk dünyaya getirmen gerekiyor.”
Robert burnunu sildi. “Ama ben istiyorum ki- ”
Alayne parmağını çocuğun dudaklarının üzerine koydu. “Ne istediğini biliyorum; ama gerçekleşmesi mümkün değil. Sana uygun bir eş değilim. Ben gayrimeşru doğdum.”
“Umurumda değil. En çok seni seviyorum.”
Nasıl da küçük bir budalasın. “Sancak beylerin umursayacaktır. Aralarından bazıları babamın sonradan görme ve aşırı hırslı olduğundan bahsediyorlar. Eğer benimle evlenecek olursan bunu kendi özgür iradenle tercih ettiğini değil, babamın zorlamasıyla yaptığını söyleyeceklerdir. Sonra İstidacı Lordlar bir kez daha ona karşı harekete geçebilirler. Bu durumda ben de babam da ölümle cezalandırılırız.”
“Sana zarar vermelerine izin vermezdim!” diye karşılık verdi Lord Robert. “Eğer denerlerse hepsini uçururum.” Elleri titremeye başlamıştı.
Alayne çocuğun parmaklarını okşadı. “İşte, Tatlıbülbül’üm. Şimdi rahatla biraz.” Robert’ın titremesi geçtiğinde, “Sana uygun bir eşin olmalı. Meşru doğumlu, asil bir kız.” diye devam etti.
“Hayır. Ben seninle evlenmek istiyorum Alayne.”
Bir zamanlar leydi annen de tam olarak aynı şeyi istemişti; ama o zaman meşru doğumlu ve soylu biriydim. “Lordum böyle söyleyerek nezaket gösteriyor.” Alayne Robert’ın saçlarını düzeltmeye başladı. Leydi Lysa hiçbir zaman oğlunun saçına hizmetkârların dokunmasına izin vermemişti ve annesi öldükten sonra, ne zaman yanına birileri bıçakla yaklaşsa Robert şiddetli bir titreme krizinden mustarip oluyordu. Hal böyle olunca, saçları omuzlarından aşağı dökülüp güçsüz beyaz göğsünün yarı hizasına kadar uzamaya bırakılmıştı. Ne de güzel saçları var. Eğer Tanrılar iyi davranır ve Robert evlenecek kadar uzun yaşarsa, karısı eminim ki saçlarına hayran kalır. Çocukta en azından bu kadarını sevecektir. “Doğacak her çocuğumuz gayrimeşru sayılırdı. Sadece Arryn Hanesi’nin meşru doğumlu bir çocuğu Sör Harrold’ın yerine varisin olarak geçebilir. Babam senin için uygun ve benden çok daha güzel asil doğumlu bir kız bulacaktır. Beraber avlanmaya çıkıp şahinlerle avlanacaksınız ve turnuvalarda taşıyasın diye sana uğurunu verecek. Çok geçmeden beni de tamamen unutmuş olursun.”
“Unutmayacağım!”
“Unutacaksın. Unutmalısın.” Sesi kararlı ama dingindi.
“Kartal Yuvası’nın lordu canı ne isterse onu yapabilir. O kızla evlenmek zorunda olsam bile seni hala sevemez miyim? Ser Harrold’ın bir metresi varmış. Benjicot, kadının onun piçini taşıdığını söylüyor.”
Benjicot o aptal çenesini kapamayı öğrense iyi olur. “Benden olmasını istediğin çocuk bu mu? Bir piç?” Parmaklarını çocuğun kavrayışından kurtardı. “Şerefimi bu şekilde lekelemek mi isterdin?”
Çocuk ne diyeceğini bilemez halde görünüyordu. “Hayır. Asla öyle demek- ”
Alayne ayağa kalktı. “Eğer lordum lütfederse gidip babamı bulmam gerekiyor. Birilerinin Leydi Waynwood’u karşılaması lazım.” Küçük lordu itiraza başlayamadan Alayne çabucak reverans yaptı ve yatak odasını hızla terk etti. Kabul salonunu aşıp tırabzanlı bir köprüyü geçtikten sonra Lord Savunucu’nun dairesine ulaştı.
Alayne o sabah Petyr Baelish’in yanından ayrıldığında, babası geçen gece Martı Kasabası’ndan terli atıyla gelen yaşlı Oswell ile kahvaltı yapıyordu. Hâlâ muhabbet ediyor olduklarını ummuştu; ama Petyr’in dairesi boş görünüyordu. Birisi pencereyi açık bırakmış ve kâğıt yığınları yerlere saçılmıştı. Güneş ışınları kalın, sarı pencerelerden içeri sızıyor ve toz zerrecikleri küçük altın rengi böcekler gibi ışıkta dans ediyorlardı. Karlar, yukarıda Dev Mızrağı’nın tepelerini kaplamışsa da dağın eteklerinde sonbahar hala oyalanıyor ve kış buğdayı tarlalarda olgunlaşıyordu. Pencerenin dışında, kuyuda çamaşır yıkayan kadınların kahkahasını, avluda antrenman yapan şövalyelerden gelen çeliğin çeliğe vurma sesini duyabiliyordu Alayne. Güzel sesler.
Alayne burayı sevmişti. Yeniden hayat dolu hissediyordu. Babasının… Lord Eddard Stark’ın öldüğü günden beri ilk defa…
Pencereyi kapattı. Yere saçılmış kâğıtları toplayıp masanın üzerine yerleştirdi. Kâğıtlardan biri turnuvada yarışacakları gösteriyordu. Altmış dört şövalye, Lord Robert Arryn’in yeni Kanatlı Şövalyeler Yoldaşlığı’na katılmaları için yarışmaya davet edilmişti ve altmış dört şövalye at üzerinde mızrak dövüştürüp şahin kanatlarını miğferlerine takabilmek, lordlarını koruma şerefine nail olabilmek için gelmişti.
Rakipler, dağ vadilerinden sahile, Martı Kasabası’ndan Kanlı Kapı’ya -Üç Kızkardeşler’den bile gelenler vardı- Vadi’nin dört bir yanından buraya akın etmişti. Bunlardan birkaçı sözlenmiş olmasına rağmen sadece üçü evliydi. Turnuvadan çıkacak sekiz galibin, gelecek üç yılını onun özel muhafızları olarak (Alayne, Kralmuhafızları gibi yedi kişilik bir grubu önermişti; fakat Tatlıbülbül, Kral Tommen’dan daha fazla muhafızı olması gerektiğinde ısrarcıydı.) Lord Robert’in yanında geçirmeleri bekleneceğinden evli ve çocuklu olan daha yaşlı adamlar davet edilmemişti.
Ve geldiler, diye düşündü Alayne gururla. Hepsi geldi.
Her şey, kuzgunların davetiyeleri taşımaya başladığı gün Petyr’in dedikleri gibi çıkıyordu. “Gençler, hevesliler, maceraya ve şöhrete açlar. Lysa savaşa gitmelerine izin vermezdi. Bu, savaşmalarına yakın en iyi şey. Lordlarına hizmet etme ve yeteneklerini ispatlama şansı… Gelecekler. Varis Harry bile gelecek.” Alayne’nin saçlarını düzeltip alnına bir öpücük kondurmuştu. “Ne kadar da akıllı bir kızım var.”
Gerçekten akıllıcaydı. Turnuva, ödüller, kanatlı şövalyeler… Hepsi de Alayne’in fikriydi. Lord Robert’ın annesi çocuğu korkuyla doldurmuştu; ama hanesinin kurucusu, efsanevi Kanatlı Şövalye Sör Artys Arryn’in hikâyelerini Sansa çocuğa ne zaman okusa Robert bunlardan cesaret alıyordu. Tatlıbülbül’ün nihayet uykuya daldığı bir gece ‘Neden onu Kanatlı Şövalyeler’le çevirmiyoruz ki?’ diye düşünmüştü Alayne. Onu güvende tutacak ve cesaretlendirecek kendi Kralmuhafızları. Ve Petyr’a bu fikrini iletir iletmez adam gidip Alayne’in söylediklerini hayata geçirmişti. Ser Harrold’ı karşılamak için burada olmak isteyecektir. Nereye kaybolmuş olabilir ki?
Alayne, Büyük Salon’un arka tarafındaki sütunlu balkona gidebilmek için kule merdivenlerinden indi. Aşağıda, erkek hizmetkârlar akşamki ziyafet için masaları hazır ederken bir yandan da onların karıları ve kızları eskimiş hasırotlarını süpürüp yerine tazelerini döküyorlardı. Lord Nestor ise Leydi Waxley’e av sahneleri resmedilmiş duvar kilimlerini göstermekteydi. Aynı kilimler bir zamanlar, Robert Demir Taht’ta otururken, Kral Toprakları’nda Kızıl Kale’nin duvarlarını süslüyordu. Joffrey onları kaldırtmış ve Petyr Baelish Vadi’ye, Nestor Royce için hediye olarak getirilmesini ayarlayıncaya dek kilimler kilerin birinde çürümeye terk edilmişti. Sadece güzel olmakla kalmıyorlardı; aynı zamanda, Baş Vekilharç dinleyen herkese duvar halılarının bir zamanlar bir krala ait olduğunu anlatmaktan büyük keyif alıyordu.
Petyr Büyük Salon’da da gözükmüyordu. Alayne balkonu adımladı ve atlı mızrak müsabakalarının yapılacağı alana varmak için kalın batı duvarındaki merdivenlerden aşağıya indi. İzlemeye gelenler için seyirci platformları dikilmiş ve aralara dört uzun çit -atlı mızrak oyunları için- çekilmişti. Lord Nestor’ın adamları bir yandan çitlere badana yapıyor bir yandan da platformlara parlak bayraklar serip yarışmacıların turnuva alanına girecekleri kapıya da kalkanlar asıyorlardı.
Avlunun kuzey ucuna üç tane atlı mızrak hedef korkuluğu yerleştirilmişti ve yarışmacılardan bazıları korkulukların üzerine doğru at sürüyorlardı. Onları kalkanlarından tanıdı Alayne. Belmore’un çanları, Lynderlyler’in yeşil engerekleri, Taşkır’ın kızıl çekici, Tollett Hanesi’nin gri-siyah zikzakları… Sör Mychel Redfort hedeflerden birini kusursuz bir darbeyle çevirdi. Kanatları kazanması beklenenlerden biri de oydu.
Petyr orada veya çevredeki diğer yerlerde de gözükmüyordu. Alayne tam arkasını dönüp gidecekti ki bir kadının ona seslendiğini duydu. Kayınların birinin altındaki taş bankta, iki adamın arasında oturduğu yerden “Alayne!” diye bağırıyordu Myranda Royce. Kurtarılmaya ihtiyacı varmış gibi görünüyordu. Alayne gülümseyerek arkadaşına doğru yürüdü.
Myranda yünlü, gri bir kıyafet, kapüşonlu yeşil bir pelerin ve oldukça umutsuz bir bakış takınmıştı. İki yanında da birer şövalye oturuyordu. Sağındaki, kırlaşmış bir sakala, kel bir kafaya ve dizlerinin olması gereken yerde kılıç kemerinden taşan bir göbeğe sahipti. Solundaki, on sekizinden fazla göstermiyordu ve bir mızrak kadar inceydi. Kızıl renkli sakalları, yüzünde çöreklenen kırmızı kırmızı sivilcelerin ancak bir kısmını kamufle edebiliyordu.
Kel şövalye devasa bir çift pembe dudakla süslenmiş koyu mavi bir tunik giyiyordu. Sivilceli kızıl olansa buna kahverengi arkaplan üzerine işlenen dokuz beyaz martılı tuniğiyle cevap vermişti -ki bu da onu Martı Kasabası’ndan Shett Hanesi’ne mensup biri yapıyordu. Oğlan, Myranda’nın göğüslerine o kadar dikkat kesilmişti ki kız kalkıp da Alayne’e sarılana kadar onun geldiğini neredeyse hiç fark etmedi. Ronda “Teşekkürler, teşekkürler, teşekkürler.” diye fısıldadı Alayne’in kulağına. Sonra şövalyelere döndü ve “Beyefendiler, sizlere Leydi Alayne Taş’ı takdim etmeme izin verin.” diyerek onu tanıttı.
Kel olanı “Lord Savunucu’nun kızı.” diyerek açıkladı yürekten bir nezaketle. Ağır ağır yerinden doğruldu. “Ve görüyorum ki hakkında bahsettikleri kadar güzel.”
Sivilceli olanı da altta kalmamak için oturduğu yerden zıplayıp “Ser Ossifer doğru söylüyor. Tüm Yedi Krallık’taki en güzel genç kız sizsiniz.” dedi. Bunu kızın göğüslerine doğru söylemiyor olsaydı daha hoş bir iltifat olabilirdi.
“Ve siz tüm bu genç kızları kendi gözlerinizle gördünüz mü?” diye sordu Alayne. “Onca yeri gezebilmiş olmak için çok genç gözüküyorsunuz.”
Oğlanın yüzü kızardı ki bu sadece sivilcelerini daha da kabarmış gibi gösterdi. “Hayır, Leydim. Ben Martı Kasabası’ndanım.”
Ve ben değilim, ama Alayne orada doğdu. Bu çocuğun etrafında dikkatli olması gerekecekti. Yüzünde, şirin olduğu kadar da belirsiz bir gülümsemeyle “Martı Kasabası’nı sevgiyle hatırlıyorum,” dedi çocuğa. Sonra Myranda’ya döndü ve “Bir ihtimal, babamın nereye gittiğini biliyor olabilir misiniz?” diye sordu.
“Sizi babanıza götürmeme izin verin, leydim.”
“Umuyorum ki sizi Leydi Myranda’nın arkadaşlığından mahrum ettiğim için beni affedersiniz.” dedi Alayne şövalyelere. Cevap beklemeden Myranda’nın koluna girdi ve onu banktan uzaklaştırmaya başladı. Ancak işitme menzilinden çıktıkları zaman “Babamın nerede olduğunu cidden biliyor musun?” diye fısıldadı.
“Tabii ki bilmiyorum. Biraz daha hızlı yürü. Yeni taliplerim takip ediyor olabilir.” Myranda yüzünü ekşitti. “Ossifer Lipps Vadi’deki en sıkıcı şövalye; ama Uther Shett onun bu şöhretine talip olabilir. Benim için düelloya tutuşup birbirlerini öldürmeleri için dua ediyorum.”
Alayne kıkırdadı. “Eminim ki bu gibi adamların talibin olması Lord Nestor’ın pek hoşuna gitmezdi.”
“Ah, gidebilirdi. Lord babam, eski kocamı öldürüp kendisini tüm bu dertlere soktuğum için bana kızgın.”
“Ölmesi senin suçun değildi.”
“Hatırladığım kadarıyla yatakta başka kimse yoktu.”
Alayne ürpermesine engel olamadı. Myranda’nın kocası onunla sevişirken ölmüştü. “Dün gelen Kızkardeşliler gayet centilmendiler.” dedi konuyu değiştirmek için. “Eğer Sör Ossifer veya Sör Uther’ı beğenmediysen, onlardan biriyle evlen. Bence en genç olanı gayet yakışıklıydı.”
“Fok derisinden pelerini olan mı?” diye sordu Randa inanamayarak.
“Kardeşlerinden biriyle o zaman.”
Myranda gözlerini yuvarladı. “Onlar Kızkardeşli. Sen hiç at üstünde mızrak dövüştürebilen bir Kızkardeşli gördün mü? Onlar kılıçlarını morina balığı yağıyla temizler ve soğuk deniz suyu dolu fıçılarda yıkanırlar.”
“Eh,” dedi Elayne. “En azından temizler.”
“Bazılarının ayak parmakları arasında örümcek ağı var. Onların yerine Lord Petyr’le bile evlenmeyi tercih ederim. O durumda senin de annen olurdum. Söylesene, parmağı gerçekte ne kadar ufak?”
Alayne bu soruyu bir cevapla şereflendirmedi. “Leydi Waynwood yakında burada olacak, oğullarıyla beraber.”
“Bu bir vaat mi yoksa tehdit mi?” dedi Myranda. “İlk Leydi Waynwood zannımca bir kısrak olsa gerek. Yoksa tüm Waynwood erkeklerinin at suratlı olmalarını nasıl açıklayabilirsin ki? Eğer bir Waynwood’la evlenmiş olsaydım, ona ne zaman beni becermek isterse miğferini takacağına yemin ettirirdim. Hem de miğferin siperliği kapalı olacak.” Alayne’nin koluna bir çimdik attı. “Yalnız, Harryciğim de onlarla beraber olacak. Bakıyorum da onu bu işe hiç dahil etmedin. Harry’i benden çaldığın için seni asla affetmemem gerekir. Evlenmek istediğim çocuk oydu.”
Daha önce yüzlerce kez yaptığı gibi “Nişan fikri babamın başının altından çıktı.” diyerek tepki verdi Alayne. Sadece benimle dalga geçiyor, dedi kendi kendine; fakat alayların arkasında kızın hayal kırıklığını duyabiliyordu.
Myranda şövalyelerin talim yaptığı avluya bir göz atmak için durdu. “İşte, tam ihtiyacım olan koca tipi orada duruyor.”
Bir kaç adım ötede, iki şövalye köreltilmiş antrenman kılıçlarıyla çarpışıyorlardı. Kılıçları iki kez birbiriyle buluştu, sonra da havaya kaldırdıkları kalkanları tarafından engellenmek üzere birbirinden sıyrıldı; fakat iri olanı çarpmanın etkisiyle gerilemişti. Alayne durduğu yerden adamın kalkanının önünü göremiyordu; ama saldırıya geçen rakibinde, her birinin pençesinde kırmızı bir kalp bulunan üç uçan kuzgun vardı. Üç kalp ve üç kuzgun.
Alayne çarpışmanın nasıl sonlanacağını artık biliyordu.
Bir kaç dakika sonra iri olanı, yamulmuş miğferiyle beraber sersemlemiş halde toza serildi. Yaveri miğferin bağlarını çözüp başını ortaya çıkardığında, adamın kafa derisinden aşağı doğru süzülen kan ortaya çıkmıştı. Eğer kılıçlar köreltilmemiş olsaydı, kanıyla beraber beyni de akıyordu. Kafaya indirilen o son darbe o kadar şiddetliydi ki darbe yerini bulduğunda, Alayne adamın acısını paylaşarak irkilmişti. Myranda Royce galibi düşünceli düşünceli gözden geçirdi. “Sence, eğer Sör Lyn’den kibarca rica etsem taliplerimi benim için ortadan kaldırır mı?”
“Dolgun bir kese altın karşılığında kaldırabilirdi.” Tüm Vadi biliyordu ki Sör Lyn Corbray her zaman umutsuz bir halde paraya sıkışık olurdu.
“Maalesef, elimdeki tek şey dolgun bir çift meme. Gerçi konu Ser Lyn olduğunda, eteğimin altında dolgun bir sucuk olması daha çok işime yarardı.”
Alayne’in kıkırdaması Corbray’in dikkatini onlara doğru çekmişti. Kalkanını kaba görünümlü yaverine verdi, miğferini ve onun altına giydiği başlığını çıkarttı. “Hanımlar.” Uzun kahverengi saçları terden alnına yapışmıştı.
“İyi vuruştu, Ser Lyn.” dedi Alayne yüksek sesle. “Yalnız, korkarım ki zavallı Sör Owen’ı baygın bıraktınız.”
Corbray, yaverinin yardımıyla avludan dışarı çıkarılan rakibine doğru bir bakış attı. “Beyni en başından beri baygındı zaten. Aksi takdirde benimle kapışmayı denememesi gerekirdi.”
Adamın söylediklerinde gerçeklik payı var, diye düşündü Alayne; fakat bu sabahtan beri içinde haylaz bir iblis peydahlanmıştı ve hal böyle olunca Alayne Sör Lyn’e bir de kendi sataşmaya karar verdi. Tatlı tatlı gülümseyerek, “Lord babam, bana ağabeyinizin yeni karısının hamile olduğunu söyledi.” dedi.
Corbray ona karanlık bir bakış fırlattı. “Lyonel üzüntülerini iletti. Sanki haspanın birini hamile bırakan ilk erkekmiş gibi, kadının karnının şişmesini seyretmek üzere seyyar satıcının kızıyla beraber Yürek Ocağı’nda kaldı.”
Ah, işte açık bir yara. diye düşündü Alayne. Lyonel Corbray’in ilk karısı, adama küçükken ölen zayıf, hastalıklı bir bebekten başka bir şey vermemişti ve tüm bu yıllar boyunca Ser Lyn ağabeyinin varisi olarak kalabilmişti; fakat zavallı kadın en sonunda dünyaya veda ettiğinde, Petyr Baelish araya girmiş ve Lord Corbray için yeni bir evlilik ayarlamıştı. İkinci Leydi Corbray on altısında, Martı Kasabalı zengin bir tüccarın kızıydı. Ayrıca muazzam büyüklükte bir çeyizle gelmişti ve tüm erkekler, onun büyük göğüslere ve güzel geniş kalçalara sahip olan uzun boylu, etine dolgun ve sağlıklı bir kız olduğundan bahsediyorlardı. Ve görünüşe göre doğurgandı da.
“Hepimiz, Anne’nin Leydi Corbray’e kolay bir doğum ve sağlıklı bir çocuk bahşetmesi için dua ediyoruz.” dedi Myranda.
Alayne kendini tutamadı. Gülümsedi ve “Babam, Lord Robert’ın sadık derebeylerine yararının dokunmasından her zaman memnun olmuştur. Eminim ki sizin de evlenmenizde aracı olmaktan büyük mutluluk duyardı, Sör Lyn.”
“Ne kadar da yardımsever.” Corbray’in dudakları gülümsemeye yorulabilecek -ama Alayne’in içine ürpertiler salan- bir şekilde gerildi. “Ama, babanız Lord Savunucu sağ olsun, topraksızken ve öyle kalmaya da devam edecek gibiyken, varislerim olmasına ne gerek var ki? Hayır. Lord babanıza damızlık kısraklarından hiçbirine ihtiyacım olmadığını söyleyin.”
Adamın sesindeki zehir o kadar yoğundu ki Alayne Lyn Corbray’in aslında babasının -rüşvetle satın aldığı- adamı olduğunu neredeyse unutacaktı. Ya da öyle mi? Belki de Lyn Corbray, Petyr’in düşmanı gibi görünen ama gerçekte onun adamı olan biri değil, dışarıya Petyr’in düşmanı gibi görünen ama onun adamıymış gibi hareket eden bir düşmanıydı aslında.
Sadece bunu düşünmesi bile başının dönmesine yetmişti. Alayne birdenbire kafasını avludan öteye çevirdi… ve arkasındaki kısa boylu, portakal rengi çalı gibi saçları olan sivri suratlı bir adama çarptı. Adamın eli bir anda uzandı ve Alayne yere düşmeden önce kızı kolundan tuttu. “Leydim. Sizi gafil avladıysam özür dilerim.”
“Hata benimdi. Arkamda bulunduğunuzu fark edemedim.”
“Biz fareler sessiz yaratıklarızdır.” Sör Shadrich o kadar kısaydı ki kendisini bir yaver zannedebilirdiniz; fakat yüzü çok daha yaşlı bir adama aitti. Alayne, adamın ağzının kenarlarındaki kırışıklıklarda uzun yolları, kulağının altındaki yarada mazideki savaşları ve gözlerinin arkasında, hiçbir erkek çocuğun sahip olamayacağı sertliği gördü. Bu, yetişkin bir adamdı. Ama yine de Randa bile ondan daha uzun boyluydu.
“Kanatlar için yarışacak mısınız?” diye sordu Royce kızı.
“Kanatları olan bir fare çok aptalca bir görüntü olurdu.”
“Onun yerine belki de meydan dövüşünde şansınızı denersiniz?” diyerek öneride bulundu Alayne. Meydan dövüşü sonradan düşünülmüş bir etkinlikti. Gümüşten kanatlarını kazanmak için Ay Kapıları’na gelen yarışmacılara eşlik eden tüm kardeşler, amcalar, babalar ve arkadaşlar için bir eğlence aracı. Ancak, bu müsabakanın galiplerinin de ödüller ve hediyeler kazanma şansı olacaktı.
“Ejder dolu bir torbaya takılıp tökezlemediği takdirde iyi bir meydan müsabakası bir gezgin şövalyenin umabileceği tek şeydir. Ejder dolu bir torbaya rastlama şansımız pek yok, değil mi?”
“Zannederim ki pek yok. Fakat şimdi bize izin verirseniz, sör, lord babamı bulmamız gerekiyor.”
Duvarın tepesinde borular çalmaya başladı. “Çok geç.” dedi Myranda. “Geldiler. Onları kendi başımıza karşılamak zorundayız.” Pis pis sırıtmaya başladı. “Kapıya son varan Uther Shett’le evlensin!”
Ve yarıştılar. Şövalye ve hizmetkârların bakışlarını üzerlerine çekip paldır küldür koşturarak avluyu aştılar ve ahırları arkalarında bıraktılar. Etekleri uçuşuyor, domuzlar ve tavuklar önlerinden kaçışıyordu. Hiç ama hiç leydiliğe yakışmayan bir hareketti yaptıkları; ama Alayne kendini gülerken buldu. Sadece kısa bir zaman için de olsa koştukça kim olduğunu, nerede olduğunu unuttu ve kendini, arkalarında onlara yetişmeye çalışan Arya’yla beraber, arkadaşı Jeyne Poole ile Kışyarı boyunca yarıştıkları, Kışyarı’nın soğuk ve aydınlık günlerini hatırlarken buldu.
Kapıcı kulübesine vardıklarında ikisi de kıpkırmızı kesilmiş ve soluk soluğa kalmışlardı. Myranda yol üzerinde bir yerlerde pelerinini de düşürmüştü. Tam zamanında oradaydılar. Kale kapısı kaldırılmıştı ve altından yirmi kişilik bir binici sırası içeri girmekteydi. Gri-kahverengi saçları eşarbının altında, haşin bakışlı ama narin Anya Waynwood, Demirmeşe’nin Hanımı, en önde atını sürüyordu. Binici pelerini, kahverengi kürk işlenmiş ağır yeşil yündendi ve Hanedan’ının simgesi olan kırık tekerlek şeklinde, savatlanmış bir broşla boğaz kısmında tutturulmuştu.
Myranda Royce öne çıktı ve reverans yaptı. “Leydi Anya. Ay Kapıları’na hoş geldiniz.”
“Leydi Myranda. Leydi Alayne.” Anya Waynwood teker teker her ikisini de başıyla selamladı. “Bizi karşılamanız ne kadar da hoş. Torunumu tanıtmama izin verin. Sör Roland Waynwood.” Konuşmakta olan şövalyeye doğru kafasını salladı. “Ve bu da en küçük oğlum. Sör Wallace Waynwood. Ve tabii ki vesayetim altında bulunan Sör Harrold Hardyng.”
Varis Harry, diye düşündü Alayne. Müstakbel kocam. Tabii beni kabul ederse. Ani bir dehşet dalgası içini doldurmaya başladı. Yüzünün kızarıp kızarmadığını merak ediyordu. Gözünü dikme, diye hatırlattı kendine. Gözünü dikme. Şaşkın şaşkın bakakalma. Aval aval bakma. Başka yere bak. O kadar koştuktan sonra saçları korkunç derecede dağılmış olmalıydı. Saçının dağılmış tellerini düzeltmekten vazgeçmesi için Alayne’in tüm iradesini kullanması gerekti. Şu aptal saçını umursama. Saçının bir önemi yok. Önemli olan o. O ve Waynwoodlar.
Sör Roland aralarında yaşça en büyük olanıydı; buna rağmen o da yirmi beşinden büyük değildi. Kendisi Sör Wallace’tan daha uzun ve kaslıydı; fakat ikisi de tel tel kahverengi saçları ve çok ince burunlarıyla uzun yüzlü ve uzun çeneliydiler. At suratlı ve çekicilikten uzak, diye düşündü Alayne.
Öte yandan Harry…
Benim Harry’im. Lordum, sevgilim, nişanlım.
Sör Harrold Hardyng her santimiyle bir lord gibi görünüyordu. Endamlı ve yakışıklı, bir mızrak gibi dümdüz, kaslı vücutlu… Alayne, Jon Arryn’i gençliğinde de tanıyabilmiş kadar yaşlı olan erkeklerin Sör Harrold’ın ona benzediğini söylediklerini biliyordu. Kum sarısı dağınık saçları, soluk mavi gözleri ve kartal gibi bir burnu vardı. Gerçi Joffrey de yakışıklıydı, diye hatırlattı kendi kendine. Yakışıklı bir canavar, işte tam olarak buydu. Minik Lord Tyrion, eğri büğrü olsa da daha merhametliydi.
Harry ona bakıyordu. Kim olduğumu biliyor, diye fark etti Alayne. Ve beni gördüğüne memnun olmuş gibi görünmüyor. İşte tam o dakikadan sonra genç adamın üstündeki armalar dikkatini çekmişti. Tuniği ve koşum takımı Hardyng Hanedanı’nın kırmızı-beyaz elmaslarıyla desenlendirilmiş olsa da kalkanının üstündeki motif dörde ayrılmıştı ve Hardyng ve Waynmood armaları sırasıyla birinci ve üçüncü parçalarda resmedilmişken diğer iki parça gök mavisi ve krem renklerindeki Arryn Hanesi’nin ay ve şahinini taşıyordu. Tatlıbülbül bundan hiç hoşnut kalmayacaktı.
Sör Wallace “En son gelenler bi-bi-bizler miyiz?” dedi.
Sör Wallace’ın kekemeliğini tamamen görmezden gelebilmeyi başararak “Sizlersiniz efendim.” diye cevap verdi Myranda Royce.
“A-a-atlı mızrak dövüşleri n-n-ne zaman başlayacak?”
“Ah, dua ediyorum ki yakında başlar.” dedi Randa. “Yarışmacılardan bazıları neredeyse bir aydır buradalar ve babamın misafirperverliğinden paylarını alıyorlar. Hepsi de iyi adamlar, ayrıca çok da yiğitler… ama oldukça fazla yiyorlar.”
Waynwoodlar hep birlikte güldüler ve Varis Harry bile ufaktan gülümser gibi oldu. “Dağlardaki geçitlerde hava karlıydı, yoksa buraya daha erken varırdık.” dedi Leydi Anya.
“Eğer Kapılar’da böyle bir güzelliğin bizleri beklediğini bilseydik uçarak gelirdik.” dedi Sör Roland. Sözleri Myranda Royce’a yöneltilmişse de bunları söylerken Alayne’e bakıp gülümsüyordu.
“Uçmak için kanatlarınızın olması gerekirdi,” diyerek cevap verdi Randa. “Ve burada, bu konu üzerine söyleyebilecekleri bir iki sözü olan bazı şövalyeler var.”
“Hararetli bir tartışmayı dört gözle bekliyorum.” Sör Roland atından atladı, Alayne’e doğru döndü ve gülümsedi. “Lord Serçeparmak’ın kızının güzel yüzlü ve zarafet dolu olduğunu duymuştum; ama hiç kimse bir hırsız olduğunu da söylemedi.”
“Yanlış biliyorsunuz, efendim. Ben hırsız değilim!”
Sör Roland elini kalbinin üzerine yerleştirdi. “O zaman göğsümdeki, kalbimi çaldığınız bu deliği nasıl açıklayacaksınız?”
“O sadece sizinle e-eğ-eğleniyor, leydim.” diye kekeledi Ser Wallace. “Ye-ye-yeğenim zaten ka-ka-kalpsizin tekiydi.”
“Waynwood tekerleğinin kırık bir mili var ve işte burada da dayım.” Sör Roland Wallace’ın kulağının arkasına bir tane şaplattı. “Şövalyeler konuşurken yaverler susmalı.”
Ser Wallace kıpkırmızı kesilmişti. “Artık bir ya-yaver değilim, leydim. Ye-yeğenim gayet de biliyor ki ben bir şö-şö-şöv-şö-şöva-”
“Şövalyelik unvanınız verildi?” diyerek devamını getirdi Alayne kibarca.
Wallace Waynwood “Unvan verildi.” diyerek onayladı minnetle.
Eğer yaşıyor olsaydı Robb da aynı yaşta olacaktı, diye düşünmekten kendini alamadı Alayne. Ama Robb bir kral olarak öldü, bu ise hala bir çocuk.
Leydi Myranda, “Lord babam sizler için Doğu Kulesi’nde odalar ayarladı.” diyordu Leydi Waynwood’a. “Fakat korkarım ki şövalyeleriniz aynı yatağı paylaşmak zorunda kalacaklar. Ay Kapıları hiçbir zaman için bu kadar asil misafiri bir arada ağırlamak üzere tasarlanmadı.”
“Siz Kartal Kulesi’ndesiniz Sör Harrold.” diyerek araya girdi Alayne. Tatlıbülbül’den çok uzaklarda. Kasıtlı olarak böyle ayarlandığını biliyordu. Petyr Baelish hiçbir zaman için bu tür işleri şansa bırakmazdı. “Eğer sizi memnun edecekse odanızı bizzat ben göstereceğim.” Bu sefer gözleri Harry’nin gözleriyle buluştu. Sadece genç adam için gülümsedi ve içinden Bakire’ye dua etmeye başladı. Lütfen. Bana âşık olmasına gerek yok, sadece benden hoşlanmasını sağla. Birazcık. Bu kadarı şimdilik yeterli.
Ser Harrold kıza soğuk soğuk baktı. “Serçeparmak’ın piçinin refakati neden beni memnun etsin ki?”
Üç Waynwood da Harrold’a yan yan baktılar. Buz gibi bir sesle “Burada misafirsin Harry.” diye hatırlattı Lady Anya. “Bunu unutmadığına emin ol.”
Bir leydinin zırhı nezaketidir. Alayne kanının yüzüne hücum ettiğini hissedebiliyordu. Gözyaşı yok, diye dua etti. Lütfen, lütfen, ağlamamam lazım. “Nasıl isterseniz efendim. Ve şimdi izin verirseniz Serçeparmak’ın piçi lord babasını bulup geldiğinizi haber vermeli ki yarın turnuvaya başlayabilelim.” Ve dilerim ki atın sendeler de, Varis Harry, ilk müsabakanda o aptal kafanın üstüne çakılırsın. Waynwoodlar, eşlikçileri adına garip garip özürler dilemeye çalışırlarken Alayne kaskatı bir surat takındı. Özürlerini bitirdiklerinde ise arkasını dönüp kaçar gibi oradan uzaklaştı.
Alayne, iç kalenin yakınında farkında olmadan Sör Lothor Brune’a bodoslama çarptı. Az kalsın adamın ayaklarını yerden kesiyordu. “Varis Harry? Olsa olsa Göt Harry’dir. Kendini beğenmiş, sonradan görme yaverin teki.”
Alayne adamın söylediklerine o kadar minnettar kaldı ki ona sarıldı. “Teşekkür ederim. Babamı gördünüz mü efendim?”
“Aşağıda, mahzenlerde.” dedi Sör Lothar. “Lord Grafton ve Lord Belmore ile beraber Lord Nestor’ın tahıl ambarlarını kontrol ediyorlar.”
Mahzenler geniş, karanlık ve kirliydi. Alayne lambalardan birinin fitilini yaktı ve eteklerini toplayıp merdivenlerden aşağı inmeye başladı. En aşağıya yaklaştığında Lord Grafton’ın gürleyen sesini duydu ve sesi takip etti. Adamları bulduğunda, “Tüccarlar alacağım diye, lordlar da satacağım diye yaygara koparıp duruyorlar.” diyordu Martı Kasabalı. Uzun boylu olmasa da, Grafton kalın kolları ve omuzlarıyla geniş bir adamdı. Dağınık saçları da kirli sarı renkteydi. “Bunu nasıl durduracağım lordum?”
“İskelelere muhafızlar yerleştir. Gerekirse gemilere de el koy. hiçbir gıda maddesi Vadi’den çıkmadığı sürece nasıl olduğunun bir önemi yok.”
“Öte yandan bu fiyatlar…” diyerek karşı çıktı şişman Lord Belmore. “Bu fiyatlar ederinden fazlası.”
“Sen ederinden fazlası diyorsun lordum. Ben de isteyeceğimizden azı diyorum. Bekle. Eğer gerekirse onları kendin satın al ve stokla. Kış geliyor. Fiyatlar yükselecektir.”
“Belki de.” dedi Belmore şüpheyle.
Grafton, “Bronz Yohn beklemeyecektir.” diye şikâyet etti. “Martı Kasabası üzerinden göndermesine de gerek yok. Adamın kendi limanı var. Biz hasatlarımızı stoklarken Royce ve diğer İstidacı Lordlar kendilerininkini gümüşe çeviriyor olacaklar, bundan emin olabilirsiniz.”
“Dua edelim de öyle olsun.” dedi Petyr. “Ambarları boşaldığında, ellerindeki gümüşlerin her bir tekine bizden yiyecek satın almak için ihtiyaçları olacak. Ve şimdi izin verirseniz lordlarım, kızımın bana ihtiyacı varmış görünüyor.”
“Leydi Alayne.” dedi Lord Grafton. “Bakıyorum da bu sabah gözleriniz parıl parıl.”
“Çok naziksiniz lordum. Baba, sizleri rahatsız ettiğim için özür dilerim; ama Waynwoodların geldiğini bilmek istersiniz diye düşündüm.”
“Ve Sör Harrold da onlarla birlikte mi?”
İğrenç Sör Harrold. “Evet.”
Lord Belmore güldü. “Royce’un çocuğun da gelmesine izin vereceğini hiç düşünmemiştim. Bu adam kör mü, yoksa sadece aptalın teki mi?”
“Onurlu bir adam. Bazen ikisi de aynı anlama gelir gerçi. Eğer Lord Royce, delikanlıya kendini kanıtlama şansı vermemiş olsaydı arada daha büyük uçurumların açılmasına sebep olabilirdi. Öyleyse neden müsabakalara katılmasına izin vermeyesin ki? Çocuğun Kanatlı Şövalyeler arasında bir yer edinmesine yetecek kadar yeteneği hiçbir şekilde yok zaten.”
“Zannederim ki öyle.” dedi Belmore isteksizce. Lord Grafton Alayne’in elini öptü ve iki lord, kızı babasıyla yalnız başına bırakmak üzere oradan ayrıldılar.
“Gel.” dedi Petyr. “Beraber yürüyelim.” Alayne’in koluna girdi ve kızı boş bir zindandan geçirip mahzenlerin derinliklerine doğru götürmeye başladı. “Varis Harry ile ilk karşılaşman nasıl geçti?”
“Korkunç biri.”
“Dünya korkunçluklarla dolu tatlım. Şimdiye kadar bunu biliyor olman gerekirdi. Yeteri kadarına şahit oldun.”
“Evet.” dedi Alayne. “Fakat neden bu kadar zalim olması gerekiyordu ki? Bana senin piçin diyerek hitap etti. Avlunun ortasında, herkesin önünde.”
“Onun bildiği kadarıyla öylesin. Bu nişan hiçbir zaman onun fikri olmadı ve hiç şüphesiz Bronz Yohn onu benim üçkâğıtlarıma karşı uyarmıştır. Sen de benim kızımsın. Sana güvenmiyor ve ayrıca senin kendisinden aşağı birisi olduğuna inanıyor.”
“Eh, öyle değilim. Kendisinin müthiş bir şövalye olduğuna inanabilir; ama Sör Lothor onun sadece kendini beğenmiş, sonradan görme bir yaverden başka bir şey olmadığını söylüyor.”
Petyr kolunu kıza doladı. “Evet öyle; ama aynı zamanda Robert’ın da varisi. Harry’i buraya getirmek planımızın ilk adımıydı; fakat şimdi onu elimizde tutmak zorundayız ve bunu sadece sen yapabilirsin. Çocuğun güzel yüzlere zaafı var ve kimin yüzü seninkinden daha güzel ki? Cezbet onu. Büyüle onu. Kendine hayran bırak.”
“Nasıl yapacağımı bilmiyorum.” dedi Alayne acınacak bir sesle.
O gözlerine ulaşmayan gülümsemelerinden biriyle “Ah, bence biliyorsun.” dedi Serçeparmak. “Bu gece, salondaki en güzel kadın sen olacaksın. Tıpkı leydi annenin de senin yaşlarında olduğu gibi. Seni ana masaya oturtamam; fakat duvar şamdanlarının birinin altında şeref konuklarına ait bir yerin olacak. Alevler saçında parlayacak ki herkes ne kadar güzel bir yüzün olduğunu görsün. Yaverleri kovuşturmak için elinde uzun bir kaşığı hazır et tatlım. Şövalyeler uğurunu takabilmek için sana yalvarmaya akın ettiklerinde, yeni yetmelerin ayak altında dolaşmasını istemezsin.”
“Bir piçin uğurunu takmayı kim ister ki?”
“Harry, eğer Tanrılar bir kaz kadar akıl verdiyse. Fakat Harry’e verme. Başka bir centilmene ver ve onu desteklediğini göster. Çok hevesli görünmek istemezsin.”
“İstemem.” dedi Alayne.
“Leydi Waynwood Harry’nin seni dansa kaldırması için ısrarcı olacaktır, sana bu kadarının garantisini verebilirim. İşte bu, senin fırsatın olacak. Çocuğa gülümse. Konuşurken dokun ona. Gururunu okşamak için hafif hafif sataş. Eğer tepki veriyor gibi görünürse ona kendini kötü hissettiğini söyle ve seni dışarıya, hava almaya çıkarmasını iste. hiçbir şövalye güzel bir genç kızdan gelen bu isteği geri çeviremez.”
“Evet.” dedi Alayne. “Ama benim bir piç olduğumu düşünüyor.”
“Güzel bir piç ve Lord Savunucu’nun kızı.” Petyr kızı yakınına çekti ve iki yanağından da öptü. “Gece senin, tatlım. Bunu aklından çıkarma. hiçbir zaman.”
“Deneyeceğim baba.” dedi Alayne.
Ziyafet tam anlamıyla babasının dediği gibi çıkmıştı.
Gümüş kanatları kazanmak için lordlarının gözü önünde yarışmaya buralara kadar gelen altmış dört katılımcı şerefine altmış dört çeşit yemek servis edildi. Nehirlerden ve göllerden turna, alabalık ve somon; denizlerden yengeç, morina ve ringa… Ördekler ve horozlar vardı. Tüyleri içinde tavuskuşları ve badem sütü içinde kuğular… Ağızlarında elmalarla, çıtır çıtır kızartılmış yavru domuzlar servis edilmişti ve ayrıca mutfak kapılarından geçirmek için çok büyük olduklarından kale avlusunda bütün olarak kızartılmaları gereken üç devasa yaban öküzü de oradaydı. Sıcak ekmek dilimleri Lord Nestor’ın kabul salonundaki tüm masaları doldurmuştu ve kocaman peynir kalıpları kilerlerden çıkarılıp buraya getirilmişti. Tereyağı yeni yapılmıştı. Dahası da vardı. Pırasalar ve havuçlar… Kavrulmuş soğanlar, pancarlar, turplar, yaban havuçları… Ve hepsinden de güzeli, Lord Nestor’ın aşçısı mükemmel bir eser hazırlamıştı: Tepesi şekerden bir Kartal Yuvası’yla süslenmiş, Dev Mızrağı şeklindeki üç buçuk metrelik bir limonlu pasta.
Benim için, diye düşündü Alayne, pasta salona getirilirken. Tatlıbülbül de limonlu pastaları seviyordu; ama sadece Alayne çocuğa bunun kendisinin en sevdiği yiyecek olduğunu söyledikten sonra. Pastayı yapmak Vadi’deki tüm limonları kullanmayı gerektirmişti; fakat Petyr Dorne’dan daha fazla limon getirteceğine söz vermişti.
Salonda hediyeler de vardı ayrıca. Muazzam hediyeler. Tüm yarışmacılara gümüş rengi kumaştan bir pelerin ve bir çift şahin kanadı şeklinde lacivert taşı broş takdim edilmişti. Onları izlemeye gelen erkek kardeşleri, babaları ve arkadaşlarına da kaliteli çelikten hançerler sunulmuştu. Anneleri, kız kardeşleri ve güzel hanımları için ise ipek kumaşlar ve Myr dantelleri vardı.
Alayne, Sör Edmund Taşkır’ın “Lord Nestor’ın eli açıkmış” dediğini duydu. Leydi Waynwood, başıyla Petyr Baelish’i işaret ederek, “Eli açık ve serçe parmaklı.” diye cevap verdi adama. Taşkır kadının neyi kastettiğini anlamakta yavaş davranmadı. Tüm bu cömertliğin asıl kaynağı Lord Nestor değil, Lord Savunucu’ydu.
Son yemekler de bitirilip ortalık temizlendikten sonra dans etmeye alan yaratmak için masalar yerlerinden kaldırıldı ve müzisyenler içeriye kabul edildi.
“Hiç şarkıcı yok mu?” diye sordu Ben Coldwater.
“Küçük lord onlara tahammül edemiyor.” diye cevapladı Sör Lymond Lynderly. “Marillion’dan beri.”
“Ah… Marillion, Leydi Lysa’yı öldüren adamdı, öyle değil mi?”
Alayne konuşmaya dahil oldu. “Şarkıcılığı Leydi Lysa’yı çokça memnun ediyordu ve bundan dolayı belki de leydi ona çok ayrıcalıklı davrandı. Leydi Lysa babamla evlendiğindeyse Marillion çıldırıp leydiyi Ay Kapısı’ndan aşağı itti. O zamandan beri Lord Robert şarkı söylenmesinden nefret ediyor; fakat kendisi müziğe hala düşkün.”
“Benim de olduğum gibi.” dedi Coldwater. Alayne’e elini uzatarak ayağa kalktı. “Beni bu dansla şereflendirir misiniz leydim?”
“Çok naziksiniz.” dedi Alayne, adam onu dans pistine doğru götürürken.
O geceki ilk dans partneriydi; fakat sonuncusu olmaktan oldukça uzaktı. Tam da Petyr’in dediği gibi tüm genç şövalyeler uğurunu alabilmek için rekabete tutuşarak Alayne’in etrafına üşüşmüşlerdi. Ben’den sonra Andrew Tollett, yakışıklı Sör Byron, kırmızı burunlu Sör Morgarth ve Çılgın Fare Sör Shadrich geldi. Onlardan sonra da Myranda’nın şişman, sıkıcı erkek kardeşi ve Lord Nestor’ın varisi olan Sör Albar Royce… Üç Sunderland ile de dans etti. hiçbirinin parmakları arasında örümcek ağı gözükmüyordu, tabii ayak parmaklarının da böyle olduğunu garanti edemezdi. Uther Shett, bir yandan Alayne’in ayaklarını ezerken bir yandan da ona bayağı iltifatlar yağdırmak üzere ortaya çıkmıştı. Öte yandan Yarıvahşi Sör Targon da nezaketin ta kendisi olduğunu ispatlamıştı. Ondan sonra Sör Roland Waynwood Alayne’i kaptı ve salondaki diğer şövalyelerin yarısı hakkındaki alaycı yorumlarıyla kızı güldürdü. Dans etme sırası ona geldiğinde dayısı Wallace da aynı şeyleri yapmayı denedi, ama ne yazık ki kelimeler ağzından çıkamıyordu. Alayne en sonunda genç adamın haline acıdı ve mutlu mutlu gevezelik ederek Sör Wallace’ı utançtan kurtarmış oldu. Dans sona erdiğinde Alayne müsaade istedi ve biraz şarap içmek üzere oturduğu masanın yolunu tuttu.
Ve işte orada duruyordu. Varis Harry’nin ta kendisi. Uzun boylu, yakışıklı, çatık kaşlı. “Leydi Alayne. Bu dansta partneriniz olabilir miyim?”
Alayne kısa bir süre düşündü. “Hayır. Zannetmiyorum.”
Renkler oğlanın yanaklarına hücum etmeye başladı. “Size avluda affedilemez derecede kaba davrandım. Beni affetmelisiniz.”
“Affetmeli miyim?” Saçını geriye doğru attı, şarabından bir yudum aldı ve oğlanı biraz bekletti. “Affedilemez derecede kaba birini nasıl affedebilirsiniz ki? Bunu bana açıklayabilir misiniz, sör?”
Ser Harrold’ın kafası karışmış görünüyordu. “Lütfen. Tek bir dans.”
Cezbet onu. Büyüle onu. Kendine hayran bırak. “Eğer ısrar ediyorsanız…”
Genç adam başıyla onayladı ve elini Alayne’e uzattı. Beraber piste doğru yürüdüler. Müziğin devam etmesini beklerlerken Alayne ana masaya doğru bir bakış attı. Lord Robert oturduğu yerden onlara gözünü dikmiş bakıyordu. Lütfen, diye dua etti kız. Seğirip titremeye başlamasın. Burada değil. Şimdi değil. Üstat Coleman çocuğun ziyafetten önce güçlü bir doz tatlısüt içtiğinden muhakkak emin olmuştu; ama yine de…
Sonra müzisyenler bir ezgi tutturdular ve Alayne dans etmeye başladı.
Bir şeyler söyle, diye kendini zorladı. Eğer onunla konuşacak cesareti bulamazsan hiçbir zaman Sör Harry’nin sana âşık olmasını sağlayamayacaksın. Acaba ona ne kadar iyi dans ettiğini söylemeli miydi? Hayır. Muhtemelen bir düzine kez bunu duymuştur. Ayrıca, Petyr çok hevesli görünmemem gerektiğini söyledi. Bunun yerine “Duydum ki baba olmak üzereymişsiniz.” dedi Alayne. Bu, çoğu kızın müstakbel nişanlısına söyleyeceği türden bir şey değildi; ama Alayne, Sör Harrold’ın yalan söyleyip söylemeyeceğini görmek istiyordu.
“İkinci kez. Kızım Alys iki yaşında.”
Piç kızın Alys. diye düşündü Alayne; ama ağzından çıkan “Onun annesi başka bir kadın ama.” oldu.
“Evet. Onunla yattığımda Cissy güzel bir kızdı; ama doğum onu bir inek kadar şişman bıraktı. Durum böyle olunca Leydi Anya da kızın, askerlerinden biriyle evlenmesi için ayarlamalarda bulundu. Safran ile ilişkimiz ise daha farklı.”
“Safran?” Alayne gülmemeye çalıştı. “Cidden mi?”
Sör Harrold en azından utanma erdemini göstermişti. “Babası, Safran’ın kendisi için altından bile daha değerli olduğunu söylüyor. O zengin biri. Martı Kasabası’ndaki en zengin adam. Baharatlardan bir servet… ”
“Çocuğun ismini ne koyacaksınız?” diye sordu. “Kız olursa Tarçın, erkek olursa Karanfil mi?”
Genç adam neredeyse sendeliyordu. “Leydim benimle alay ediyor.”
“Ah, hayır.” Bu söylediğimi Petyr’a anlattığımda gülmekten gözlerinden yaş gelecek.
“Safran çok güzel bir kız, bilginiz olsun. Büyük kahverengi gözleri ve bal gibi saçlarıyla uzun boylu ve zarif.”
Alayne başını kaldırdı. “Benden daha mı güzel?”
Ser Harrold kızın yüzünü inceledi. “Yeterince güzelsiniz, kabul ediyorum. Leydi Anya bana bu evlilikten ilk bahsettiğinde babanıza benziyor olabileceğinizden korkmuştum.”
“Ufak sivri bir sakal falan?” Alayne güldü.
“Öyle demek isteme-”
“Umarım konuştuğunuzdan daha iyi mızrak dövüştürüyorsunuzdur.”
Harry kısa bir an için şoke olmuş göründü. Fakat müzik tam sona ermek üzereyken kahkahaya boğuldu. “Kimse zeki olduğunuzdan bahsetmemişti.”
Güzel dişleri var, diye düşündü Alayne. Düz ve beyaz. Ve güldüğünde o çok tatlı gamzeleri beliriyordu. Alayne, tek parmağını genç adamın yanağından aşağıya kaydırdı. “Eğer olur da evlenirsek Safran’ı babasına geri göndermen gerekecek. İsteyeceğin tüm baharat ben olacağım.”
Delikanlı sırıttı. “Size bunun için söz veriyorum, leydim. O gün gelene kadar uğurunuzu turnuvada takabilir miyim?”
“Takamazsınız. Söz verdim… bir başkasına.” O kişinin kim olacağına henüz karar vermiş değildi ama elbet birini bulacağını biliyordu.
Mya Taş, botları ve deri binici kıyafetleri içinde, yoğun bir ahır kokusuyla gelip Robert’ın yatak odasının kapısını çaldığında, Alayne küçük lorduna Kanatlı Şövalye’nin hikâyelerinden birini okuyordu. Mya’nın saçlarında saman, yüzünde ise çatık kaşlar vardı. Bu kaş çatmanın Mychel Redfort’un yakınlarda bulunduğunun işareti olduğunu biliyordu Alayne.
Mya “Lordum,” diyerek bilgilendirmeye başladı Lord Robert’ı. “Leydi Waynwood’un sancakları bir saatlik mesafede görülmeye başlandı. Yakın zamanda kuzeniniz Harry ile beraber burada olurlar. Onları karşılamak ister misiniz?”
Neden Harry’nin de bahsini açması gerekiyordu ki? diye düşündü Alayne. Şimdi Tatlıbülbül’ü kesinlikle yatağından kaldıramayacağız. Robert yastıklardan birini tokatladı. “Gönder onları. Onları buraya ben çağırmadım.”
Mya şaşkın görünüyordu. Vadi’deki hiç kimse katırları idare etmede kızın eline su dökemiyor olabilirdi; ama küçük lordçuklar bambaşka bir meseleydi. “Davetliler arasındaydılar…” demeye başladı kararsızca. “Turnuva için. Anlayamı-”
Alayne kitabın kapağını kapattı. “Teşekkür ederiz Mya. İzin verirsen Lord Robert ile ben konuşayım.”
Mya’nın yüz hatlarına bir rahatlama dalgası yayıldı. Başka bir kelime etmeden, kaçar gibi odadan çıktı.
Mya gidince “Harry’den nefret ediyorum.” dedi Tatlıbülbül. “Bana kuzen diyor; ama aslında içten içe benim ölmemi bekliyor ki Kartal Yuvası ona kalsın. Bilmediğimi zannediyor; ama biliyorum.”
“Lordum böyle safsatalara inanmamalı.” dedi Alayne. ”Eminim ki Sör Harrold sizi gayet de seviyordur.” Ve tanrılar yüzüme gülerse beni de sevecek. Karnında bir şeyler hafiften kıpırdanır gibiydi.
“Sevmiyor.” diye ısrar etti Lord Robert. “Tek istediği babamın kalesi. Bu yüzden de severmiş gibi yapıyor.” Çocuk yatak örtüsünü sivilceli göğsüne doğru çekti. “Onunla evlenmeni istemiyorum Alayne. Kartal Yuvası’nın Lordu benim ve bunu men ediyorum.” Sesi ağladı ağlayacakmış gibi çıkıyordu. “Onun yerine benimle evlenmelisin. Her gece aynı yatakta beraberce yatabiliriz ve sen de bana masal okursun.”
Cüce kocam oralarda bir yerlerde hala yaşadığı sürece hiçbir adam benimle evlenemez. Petyr’in dediğine göre Kraliçe Cersei’nin önüne bir düzine cüce kellesi getirilmişti; fakat hiçbiri Tyrion’ınki değildi. “Böyle şeyler söylememelisin, Tatlıbülbül. Sen Kartal Yuvası’nın Lordu ve Vadi’nin Savunucusu’sun. Asil doğumlu bir leydi ile evlenip ondan sen öldükten sonra Arryn Hanesi’nin Yüksek Salonları’nda hükmedecek bir erkek çocuk dünyaya getirmen gerekiyor.”
Robert burnunu sildi. “Ama ben istiyorum ki- ”
Alayne parmağını çocuğun dudaklarının üzerine koydu. “Ne istediğini biliyorum; ama gerçekleşmesi mümkün değil. Sana uygun bir eş değilim. Ben gayrimeşru doğdum.”
“Umurumda değil. En çok seni seviyorum.”
Nasıl da küçük bir budalasın. “Sancak beylerin umursayacaktır. Aralarından bazıları babamın sonradan görme ve aşırı hırslı olduğundan bahsediyorlar. Eğer benimle evlenecek olursan bunu kendi özgür iradenle tercih ettiğini değil, babamın zorlamasıyla yaptığını söyleyeceklerdir. Sonra İstidacı Lordlar bir kez daha ona karşı harekete geçebilirler. Bu durumda ben de babam da ölümle cezalandırılırız.”
“Sana zarar vermelerine izin vermezdim!” diye karşılık verdi Lord Robert. “Eğer denerlerse hepsini uçururum.” Elleri titremeye başlamıştı.
Alayne çocuğun parmaklarını okşadı. “İşte, Tatlıbülbül’üm. Şimdi rahatla biraz.” Robert’ın titremesi geçtiğinde, “Sana uygun bir eşin olmalı. Meşru doğumlu, asil bir kız.” diye devam etti.
“Hayır. Ben seninle evlenmek istiyorum Alayne.”
Bir zamanlar leydi annen de tam olarak aynı şeyi istemişti; ama o zaman meşru doğumlu ve soylu biriydim. “Lordum böyle söyleyerek nezaket gösteriyor.” Alayne Robert’ın saçlarını düzeltmeye başladı. Leydi Lysa hiçbir zaman oğlunun saçına hizmetkârların dokunmasına izin vermemişti ve annesi öldükten sonra, ne zaman yanına birileri bıçakla yaklaşsa Robert şiddetli bir titreme krizinden mustarip oluyordu. Hal böyle olunca, saçları omuzlarından aşağı dökülüp güçsüz beyaz göğsünün yarı hizasına kadar uzamaya bırakılmıştı. Ne de güzel saçları var. Eğer Tanrılar iyi davranır ve Robert evlenecek kadar uzun yaşarsa, karısı eminim ki saçlarına hayran kalır. Çocukta en azından bu kadarını sevecektir. “Doğacak her çocuğumuz gayrimeşru sayılırdı. Sadece Arryn Hanesi’nin meşru doğumlu bir çocuğu Sör Harrold’ın yerine varisin olarak geçebilir. Babam senin için uygun ve benden çok daha güzel asil doğumlu bir kız bulacaktır. Beraber avlanmaya çıkıp şahinlerle avlanacaksınız ve turnuvalarda taşıyasın diye sana uğurunu verecek. Çok geçmeden beni de tamamen unutmuş olursun.”
“Unutmayacağım!”
“Unutacaksın. Unutmalısın.” Sesi kararlı ama dingindi.
“Kartal Yuvası’nın lordu canı ne isterse onu yapabilir. O kızla evlenmek zorunda olsam bile seni hala sevemez miyim? Ser Harrold’ın bir metresi varmış. Benjicot, kadının onun piçini taşıdığını söylüyor.”
Benjicot o aptal çenesini kapamayı öğrense iyi olur. “Benden olmasını istediğin çocuk bu mu? Bir piç?” Parmaklarını çocuğun kavrayışından kurtardı. “Şerefimi bu şekilde lekelemek mi isterdin?”
Çocuk ne diyeceğini bilemez halde görünüyordu. “Hayır. Asla öyle demek- ”
Alayne ayağa kalktı. “Eğer lordum lütfederse gidip babamı bulmam gerekiyor. Birilerinin Leydi Waynwood’u karşılaması lazım.” Küçük lordu itiraza başlayamadan Alayne çabucak reverans yaptı ve yatak odasını hızla terk etti. Kabul salonunu aşıp tırabzanlı bir köprüyü geçtikten sonra Lord Savunucu’nun dairesine ulaştı.
Alayne o sabah Petyr Baelish’in yanından ayrıldığında, babası geçen gece Martı Kasabası’ndan terli atıyla gelen yaşlı Oswell ile kahvaltı yapıyordu. Hâlâ muhabbet ediyor olduklarını ummuştu; ama Petyr’in dairesi boş görünüyordu. Birisi pencereyi açık bırakmış ve kâğıt yığınları yerlere saçılmıştı. Güneş ışınları kalın, sarı pencerelerden içeri sızıyor ve toz zerrecikleri küçük altın rengi böcekler gibi ışıkta dans ediyorlardı. Karlar, yukarıda Dev Mızrağı’nın tepelerini kaplamışsa da dağın eteklerinde sonbahar hala oyalanıyor ve kış buğdayı tarlalarda olgunlaşıyordu. Pencerenin dışında, kuyuda çamaşır yıkayan kadınların kahkahasını, avluda antrenman yapan şövalyelerden gelen çeliğin çeliğe vurma sesini duyabiliyordu Alayne. Güzel sesler.
Alayne burayı sevmişti. Yeniden hayat dolu hissediyordu. Babasının… Lord Eddard Stark’ın öldüğü günden beri ilk defa…
Pencereyi kapattı. Yere saçılmış kâğıtları toplayıp masanın üzerine yerleştirdi. Kâğıtlardan biri turnuvada yarışacakları gösteriyordu. Altmış dört şövalye, Lord Robert Arryn’in yeni Kanatlı Şövalyeler Yoldaşlığı’na katılmaları için yarışmaya davet edilmişti ve altmış dört şövalye at üzerinde mızrak dövüştürüp şahin kanatlarını miğferlerine takabilmek, lordlarını koruma şerefine nail olabilmek için gelmişti.
Rakipler, dağ vadilerinden sahile, Martı Kasabası’ndan Kanlı Kapı’ya -Üç Kızkardeşler’den bile gelenler vardı- Vadi’nin dört bir yanından buraya akın etmişti. Bunlardan birkaçı sözlenmiş olmasına rağmen sadece üçü evliydi. Turnuvadan çıkacak sekiz galibin, gelecek üç yılını onun özel muhafızları olarak (Alayne, Kralmuhafızları gibi yedi kişilik bir grubu önermişti; fakat Tatlıbülbül, Kral Tommen’dan daha fazla muhafızı olması gerektiğinde ısrarcıydı.) Lord Robert’in yanında geçirmeleri bekleneceğinden evli ve çocuklu olan daha yaşlı adamlar davet edilmemişti.
Ve geldiler, diye düşündü Alayne gururla. Hepsi geldi.
Her şey, kuzgunların davetiyeleri taşımaya başladığı gün Petyr’in dedikleri gibi çıkıyordu. “Gençler, hevesliler, maceraya ve şöhrete açlar. Lysa savaşa gitmelerine izin vermezdi. Bu, savaşmalarına yakın en iyi şey. Lordlarına hizmet etme ve yeteneklerini ispatlama şansı… Gelecekler. Varis Harry bile gelecek.” Alayne’nin saçlarını düzeltip alnına bir öpücük kondurmuştu. “Ne kadar da akıllı bir kızım var.”
Gerçekten akıllıcaydı. Turnuva, ödüller, kanatlı şövalyeler… Hepsi de Alayne’in fikriydi. Lord Robert’ın annesi çocuğu korkuyla doldurmuştu; ama hanesinin kurucusu, efsanevi Kanatlı Şövalye Sör Artys Arryn’in hikâyelerini Sansa çocuğa ne zaman okusa Robert bunlardan cesaret alıyordu. Tatlıbülbül’ün nihayet uykuya daldığı bir gece ‘Neden onu Kanatlı Şövalyeler’le çevirmiyoruz ki?’ diye düşünmüştü Alayne. Onu güvende tutacak ve cesaretlendirecek kendi Kralmuhafızları. Ve Petyr’a bu fikrini iletir iletmez adam gidip Alayne’in söylediklerini hayata geçirmişti. Ser Harrold’ı karşılamak için burada olmak isteyecektir. Nereye kaybolmuş olabilir ki?
Alayne, Büyük Salon’un arka tarafındaki sütunlu balkona gidebilmek için kule merdivenlerinden indi. Aşağıda, erkek hizmetkârlar akşamki ziyafet için masaları hazır ederken bir yandan da onların karıları ve kızları eskimiş hasırotlarını süpürüp yerine tazelerini döküyorlardı. Lord Nestor ise Leydi Waxley’e av sahneleri resmedilmiş duvar kilimlerini göstermekteydi. Aynı kilimler bir zamanlar, Robert Demir Taht’ta otururken, Kral Toprakları’nda Kızıl Kale’nin duvarlarını süslüyordu. Joffrey onları kaldırtmış ve Petyr Baelish Vadi’ye, Nestor Royce için hediye olarak getirilmesini ayarlayıncaya dek kilimler kilerin birinde çürümeye terk edilmişti. Sadece güzel olmakla kalmıyorlardı; aynı zamanda, Baş Vekilharç dinleyen herkese duvar halılarının bir zamanlar bir krala ait olduğunu anlatmaktan büyük keyif alıyordu.
Petyr Büyük Salon’da da gözükmüyordu. Alayne balkonu adımladı ve atlı mızrak müsabakalarının yapılacağı alana varmak için kalın batı duvarındaki merdivenlerden aşağıya indi. İzlemeye gelenler için seyirci platformları dikilmiş ve aralara dört uzun çit -atlı mızrak oyunları için- çekilmişti. Lord Nestor’ın adamları bir yandan çitlere badana yapıyor bir yandan da platformlara parlak bayraklar serip yarışmacıların turnuva alanına girecekleri kapıya da kalkanlar asıyorlardı.
Avlunun kuzey ucuna üç tane atlı mızrak hedef korkuluğu yerleştirilmişti ve yarışmacılardan bazıları korkulukların üzerine doğru at sürüyorlardı. Onları kalkanlarından tanıdı Alayne. Belmore’un çanları, Lynderlyler’in yeşil engerekleri, Taşkır’ın kızıl çekici, Tollett Hanesi’nin gri-siyah zikzakları… Sör Mychel Redfort hedeflerden birini kusursuz bir darbeyle çevirdi. Kanatları kazanması beklenenlerden biri de oydu.
Petyr orada veya çevredeki diğer yerlerde de gözükmüyordu. Alayne tam arkasını dönüp gidecekti ki bir kadının ona seslendiğini duydu. Kayınların birinin altındaki taş bankta, iki adamın arasında oturduğu yerden “Alayne!” diye bağırıyordu Myranda Royce. Kurtarılmaya ihtiyacı varmış gibi görünüyordu. Alayne gülümseyerek arkadaşına doğru yürüdü.
Myranda yünlü, gri bir kıyafet, kapüşonlu yeşil bir pelerin ve oldukça umutsuz bir bakış takınmıştı. İki yanında da birer şövalye oturuyordu. Sağındaki, kırlaşmış bir sakala, kel bir kafaya ve dizlerinin olması gereken yerde kılıç kemerinden taşan bir göbeğe sahipti. Solundaki, on sekizinden fazla göstermiyordu ve bir mızrak kadar inceydi. Kızıl renkli sakalları, yüzünde çöreklenen kırmızı kırmızı sivilcelerin ancak bir kısmını kamufle edebiliyordu.
Kel şövalye devasa bir çift pembe dudakla süslenmiş koyu mavi bir tunik giyiyordu. Sivilceli kızıl olansa buna kahverengi arkaplan üzerine işlenen dokuz beyaz martılı tuniğiyle cevap vermişti -ki bu da onu Martı Kasabası’ndan Shett Hanesi’ne mensup biri yapıyordu. Oğlan, Myranda’nın göğüslerine o kadar dikkat kesilmişti ki kız kalkıp da Alayne’e sarılana kadar onun geldiğini neredeyse hiç fark etmedi. Ronda “Teşekkürler, teşekkürler, teşekkürler.” diye fısıldadı Alayne’in kulağına. Sonra şövalyelere döndü ve “Beyefendiler, sizlere Leydi Alayne Taş’ı takdim etmeme izin verin.” diyerek onu tanıttı.
Kel olanı “Lord Savunucu’nun kızı.” diyerek açıkladı yürekten bir nezaketle. Ağır ağır yerinden doğruldu. “Ve görüyorum ki hakkında bahsettikleri kadar güzel.”
Sivilceli olanı da altta kalmamak için oturduğu yerden zıplayıp “Ser Ossifer doğru söylüyor. Tüm Yedi Krallık’taki en güzel genç kız sizsiniz.” dedi. Bunu kızın göğüslerine doğru söylemiyor olsaydı daha hoş bir iltifat olabilirdi.
“Ve siz tüm bu genç kızları kendi gözlerinizle gördünüz mü?” diye sordu Alayne. “Onca yeri gezebilmiş olmak için çok genç gözüküyorsunuz.”
Oğlanın yüzü kızardı ki bu sadece sivilcelerini daha da kabarmış gibi gösterdi. “Hayır, Leydim. Ben Martı Kasabası’ndanım.”
Ve ben değilim, ama Alayne orada doğdu. Bu çocuğun etrafında dikkatli olması gerekecekti. Yüzünde, şirin olduğu kadar da belirsiz bir gülümsemeyle “Martı Kasabası’nı sevgiyle hatırlıyorum,” dedi çocuğa. Sonra Myranda’ya döndü ve “Bir ihtimal, babamın nereye gittiğini biliyor olabilir misiniz?” diye sordu.
“Sizi babanıza götürmeme izin verin, leydim.”
“Umuyorum ki sizi Leydi Myranda’nın arkadaşlığından mahrum ettiğim için beni affedersiniz.” dedi Alayne şövalyelere. Cevap beklemeden Myranda’nın koluna girdi ve onu banktan uzaklaştırmaya başladı. Ancak işitme menzilinden çıktıkları zaman “Babamın nerede olduğunu cidden biliyor musun?” diye fısıldadı.
“Tabii ki bilmiyorum. Biraz daha hızlı yürü. Yeni taliplerim takip ediyor olabilir.” Myranda yüzünü ekşitti. “Ossifer Lipps Vadi’deki en sıkıcı şövalye; ama Uther Shett onun bu şöhretine talip olabilir. Benim için düelloya tutuşup birbirlerini öldürmeleri için dua ediyorum.”
Alayne kıkırdadı. “Eminim ki bu gibi adamların talibin olması Lord Nestor’ın pek hoşuna gitmezdi.”
“Ah, gidebilirdi. Lord babam, eski kocamı öldürüp kendisini tüm bu dertlere soktuğum için bana kızgın.”
“Ölmesi senin suçun değildi.”
“Hatırladığım kadarıyla yatakta başka kimse yoktu.”
Alayne ürpermesine engel olamadı. Myranda’nın kocası onunla sevişirken ölmüştü. “Dün gelen Kızkardeşliler gayet centilmendiler.” dedi konuyu değiştirmek için. “Eğer Sör Ossifer veya Sör Uther’ı beğenmediysen, onlardan biriyle evlen. Bence en genç olanı gayet yakışıklıydı.”
“Fok derisinden pelerini olan mı?” diye sordu Randa inanamayarak.
“Kardeşlerinden biriyle o zaman.”
Myranda gözlerini yuvarladı. “Onlar Kızkardeşli. Sen hiç at üstünde mızrak dövüştürebilen bir Kızkardeşli gördün mü? Onlar kılıçlarını morina balığı yağıyla temizler ve soğuk deniz suyu dolu fıçılarda yıkanırlar.”
“Eh,” dedi Elayne. “En azından temizler.”
“Bazılarının ayak parmakları arasında örümcek ağı var. Onların yerine Lord Petyr’le bile evlenmeyi tercih ederim. O durumda senin de annen olurdum. Söylesene, parmağı gerçekte ne kadar ufak?”
Alayne bu soruyu bir cevapla şereflendirmedi. “Leydi Waynwood yakında burada olacak, oğullarıyla beraber.”
“Bu bir vaat mi yoksa tehdit mi?” dedi Myranda. “İlk Leydi Waynwood zannımca bir kısrak olsa gerek. Yoksa tüm Waynwood erkeklerinin at suratlı olmalarını nasıl açıklayabilirsin ki? Eğer bir Waynwood’la evlenmiş olsaydım, ona ne zaman beni becermek isterse miğferini takacağına yemin ettirirdim. Hem de miğferin siperliği kapalı olacak.” Alayne’nin koluna bir çimdik attı. “Yalnız, Harryciğim de onlarla beraber olacak. Bakıyorum da onu bu işe hiç dahil etmedin. Harry’i benden çaldığın için seni asla affetmemem gerekir. Evlenmek istediğim çocuk oydu.”
Daha önce yüzlerce kez yaptığı gibi “Nişan fikri babamın başının altından çıktı.” diyerek tepki verdi Alayne. Sadece benimle dalga geçiyor, dedi kendi kendine; fakat alayların arkasında kızın hayal kırıklığını duyabiliyordu.
Myranda şövalyelerin talim yaptığı avluya bir göz atmak için durdu. “İşte, tam ihtiyacım olan koca tipi orada duruyor.”
Bir kaç adım ötede, iki şövalye köreltilmiş antrenman kılıçlarıyla çarpışıyorlardı. Kılıçları iki kez birbiriyle buluştu, sonra da havaya kaldırdıkları kalkanları tarafından engellenmek üzere birbirinden sıyrıldı; fakat iri olanı çarpmanın etkisiyle gerilemişti. Alayne durduğu yerden adamın kalkanının önünü göremiyordu; ama saldırıya geçen rakibinde, her birinin pençesinde kırmızı bir kalp bulunan üç uçan kuzgun vardı. Üç kalp ve üç kuzgun.
Alayne çarpışmanın nasıl sonlanacağını artık biliyordu.
Bir kaç dakika sonra iri olanı, yamulmuş miğferiyle beraber sersemlemiş halde toza serildi. Yaveri miğferin bağlarını çözüp başını ortaya çıkardığında, adamın kafa derisinden aşağı doğru süzülen kan ortaya çıkmıştı. Eğer kılıçlar köreltilmemiş olsaydı, kanıyla beraber beyni de akıyordu. Kafaya indirilen o son darbe o kadar şiddetliydi ki darbe yerini bulduğunda, Alayne adamın acısını paylaşarak irkilmişti. Myranda Royce galibi düşünceli düşünceli gözden geçirdi. “Sence, eğer Sör Lyn’den kibarca rica etsem taliplerimi benim için ortadan kaldırır mı?”
“Dolgun bir kese altın karşılığında kaldırabilirdi.” Tüm Vadi biliyordu ki Sör Lyn Corbray her zaman umutsuz bir halde paraya sıkışık olurdu.
“Maalesef, elimdeki tek şey dolgun bir çift meme. Gerçi konu Ser Lyn olduğunda, eteğimin altında dolgun bir sucuk olması daha çok işime yarardı.”
Alayne’in kıkırdaması Corbray’in dikkatini onlara doğru çekmişti. Kalkanını kaba görünümlü yaverine verdi, miğferini ve onun altına giydiği başlığını çıkarttı. “Hanımlar.” Uzun kahverengi saçları terden alnına yapışmıştı.
“İyi vuruştu, Ser Lyn.” dedi Alayne yüksek sesle. “Yalnız, korkarım ki zavallı Sör Owen’ı baygın bıraktınız.”
Corbray, yaverinin yardımıyla avludan dışarı çıkarılan rakibine doğru bir bakış attı. “Beyni en başından beri baygındı zaten. Aksi takdirde benimle kapışmayı denememesi gerekirdi.”
Adamın söylediklerinde gerçeklik payı var, diye düşündü Alayne; fakat bu sabahtan beri içinde haylaz bir iblis peydahlanmıştı ve hal böyle olunca Alayne Sör Lyn’e bir de kendi sataşmaya karar verdi. Tatlı tatlı gülümseyerek, “Lord babam, bana ağabeyinizin yeni karısının hamile olduğunu söyledi.” dedi.
Corbray ona karanlık bir bakış fırlattı. “Lyonel üzüntülerini iletti. Sanki haspanın birini hamile bırakan ilk erkekmiş gibi, kadının karnının şişmesini seyretmek üzere seyyar satıcının kızıyla beraber Yürek Ocağı’nda kaldı.”
Ah, işte açık bir yara. diye düşündü Alayne. Lyonel Corbray’in ilk karısı, adama küçükken ölen zayıf, hastalıklı bir bebekten başka bir şey vermemişti ve tüm bu yıllar boyunca Ser Lyn ağabeyinin varisi olarak kalabilmişti; fakat zavallı kadın en sonunda dünyaya veda ettiğinde, Petyr Baelish araya girmiş ve Lord Corbray için yeni bir evlilik ayarlamıştı. İkinci Leydi Corbray on altısında, Martı Kasabalı zengin bir tüccarın kızıydı. Ayrıca muazzam büyüklükte bir çeyizle gelmişti ve tüm erkekler, onun büyük göğüslere ve güzel geniş kalçalara sahip olan uzun boylu, etine dolgun ve sağlıklı bir kız olduğundan bahsediyorlardı. Ve görünüşe göre doğurgandı da.
“Hepimiz, Anne’nin Leydi Corbray’e kolay bir doğum ve sağlıklı bir çocuk bahşetmesi için dua ediyoruz.” dedi Myranda.
Alayne kendini tutamadı. Gülümsedi ve “Babam, Lord Robert’ın sadık derebeylerine yararının dokunmasından her zaman memnun olmuştur. Eminim ki sizin de evlenmenizde aracı olmaktan büyük mutluluk duyardı, Sör Lyn.”
“Ne kadar da yardımsever.” Corbray’in dudakları gülümsemeye yorulabilecek -ama Alayne’in içine ürpertiler salan- bir şekilde gerildi. “Ama, babanız Lord Savunucu sağ olsun, topraksızken ve öyle kalmaya da devam edecek gibiyken, varislerim olmasına ne gerek var ki? Hayır. Lord babanıza damızlık kısraklarından hiçbirine ihtiyacım olmadığını söyleyin.”
Adamın sesindeki zehir o kadar yoğundu ki Alayne Lyn Corbray’in aslında babasının -rüşvetle satın aldığı- adamı olduğunu neredeyse unutacaktı. Ya da öyle mi? Belki de Lyn Corbray, Petyr’in düşmanı gibi görünen ama gerçekte onun adamı olan biri değil, dışarıya Petyr’in düşmanı gibi görünen ama onun adamıymış gibi hareket eden bir düşmanıydı aslında.
Sadece bunu düşünmesi bile başının dönmesine yetmişti. Alayne birdenbire kafasını avludan öteye çevirdi… ve arkasındaki kısa boylu, portakal rengi çalı gibi saçları olan sivri suratlı bir adama çarptı. Adamın eli bir anda uzandı ve Alayne yere düşmeden önce kızı kolundan tuttu. “Leydim. Sizi gafil avladıysam özür dilerim.”
“Hata benimdi. Arkamda bulunduğunuzu fark edemedim.”
“Biz fareler sessiz yaratıklarızdır.” Sör Shadrich o kadar kısaydı ki kendisini bir yaver zannedebilirdiniz; fakat yüzü çok daha yaşlı bir adama aitti. Alayne, adamın ağzının kenarlarındaki kırışıklıklarda uzun yolları, kulağının altındaki yarada mazideki savaşları ve gözlerinin arkasında, hiçbir erkek çocuğun sahip olamayacağı sertliği gördü. Bu, yetişkin bir adamdı. Ama yine de Randa bile ondan daha uzun boyluydu.
“Kanatlar için yarışacak mısınız?” diye sordu Royce kızı.
“Kanatları olan bir fare çok aptalca bir görüntü olurdu.”
“Onun yerine belki de meydan dövüşünde şansınızı denersiniz?” diyerek öneride bulundu Alayne. Meydan dövüşü sonradan düşünülmüş bir etkinlikti. Gümüşten kanatlarını kazanmak için Ay Kapıları’na gelen yarışmacılara eşlik eden tüm kardeşler, amcalar, babalar ve arkadaşlar için bir eğlence aracı. Ancak, bu müsabakanın galiplerinin de ödüller ve hediyeler kazanma şansı olacaktı.
“Ejder dolu bir torbaya takılıp tökezlemediği takdirde iyi bir meydan müsabakası bir gezgin şövalyenin umabileceği tek şeydir. Ejder dolu bir torbaya rastlama şansımız pek yok, değil mi?”
“Zannederim ki pek yok. Fakat şimdi bize izin verirseniz, sör, lord babamı bulmamız gerekiyor.”
Duvarın tepesinde borular çalmaya başladı. “Çok geç.” dedi Myranda. “Geldiler. Onları kendi başımıza karşılamak zorundayız.” Pis pis sırıtmaya başladı. “Kapıya son varan Uther Shett’le evlensin!”
Ve yarıştılar. Şövalye ve hizmetkârların bakışlarını üzerlerine çekip paldır küldür koşturarak avluyu aştılar ve ahırları arkalarında bıraktılar. Etekleri uçuşuyor, domuzlar ve tavuklar önlerinden kaçışıyordu. Hiç ama hiç leydiliğe yakışmayan bir hareketti yaptıkları; ama Alayne kendini gülerken buldu. Sadece kısa bir zaman için de olsa koştukça kim olduğunu, nerede olduğunu unuttu ve kendini, arkalarında onlara yetişmeye çalışan Arya’yla beraber, arkadaşı Jeyne Poole ile Kışyarı boyunca yarıştıkları, Kışyarı’nın soğuk ve aydınlık günlerini hatırlarken buldu.
Kapıcı kulübesine vardıklarında ikisi de kıpkırmızı kesilmiş ve soluk soluğa kalmışlardı. Myranda yol üzerinde bir yerlerde pelerinini de düşürmüştü. Tam zamanında oradaydılar. Kale kapısı kaldırılmıştı ve altından yirmi kişilik bir binici sırası içeri girmekteydi. Gri-kahverengi saçları eşarbının altında, haşin bakışlı ama narin Anya Waynwood, Demirmeşe’nin Hanımı, en önde atını sürüyordu. Binici pelerini, kahverengi kürk işlenmiş ağır yeşil yündendi ve Hanedan’ının simgesi olan kırık tekerlek şeklinde, savatlanmış bir broşla boğaz kısmında tutturulmuştu.
Myranda Royce öne çıktı ve reverans yaptı. “Leydi Anya. Ay Kapıları’na hoş geldiniz.”
“Leydi Myranda. Leydi Alayne.” Anya Waynwood teker teker her ikisini de başıyla selamladı. “Bizi karşılamanız ne kadar da hoş. Torunumu tanıtmama izin verin. Sör Roland Waynwood.” Konuşmakta olan şövalyeye doğru kafasını salladı. “Ve bu da en küçük oğlum. Sör Wallace Waynwood. Ve tabii ki vesayetim altında bulunan Sör Harrold Hardyng.”
Varis Harry, diye düşündü Alayne. Müstakbel kocam. Tabii beni kabul ederse. Ani bir dehşet dalgası içini doldurmaya başladı. Yüzünün kızarıp kızarmadığını merak ediyordu. Gözünü dikme, diye hatırlattı kendine. Gözünü dikme. Şaşkın şaşkın bakakalma. Aval aval bakma. Başka yere bak. O kadar koştuktan sonra saçları korkunç derecede dağılmış olmalıydı. Saçının dağılmış tellerini düzeltmekten vazgeçmesi için Alayne’in tüm iradesini kullanması gerekti. Şu aptal saçını umursama. Saçının bir önemi yok. Önemli olan o. O ve Waynwoodlar.
Sör Roland aralarında yaşça en büyük olanıydı; buna rağmen o da yirmi beşinden büyük değildi. Kendisi Sör Wallace’tan daha uzun ve kaslıydı; fakat ikisi de tel tel kahverengi saçları ve çok ince burunlarıyla uzun yüzlü ve uzun çeneliydiler. At suratlı ve çekicilikten uzak, diye düşündü Alayne.
Öte yandan Harry…
Benim Harry’im. Lordum, sevgilim, nişanlım.
Sör Harrold Hardyng her santimiyle bir lord gibi görünüyordu. Endamlı ve yakışıklı, bir mızrak gibi dümdüz, kaslı vücutlu… Alayne, Jon Arryn’i gençliğinde de tanıyabilmiş kadar yaşlı olan erkeklerin Sör Harrold’ın ona benzediğini söylediklerini biliyordu. Kum sarısı dağınık saçları, soluk mavi gözleri ve kartal gibi bir burnu vardı. Gerçi Joffrey de yakışıklıydı, diye hatırlattı kendi kendine. Yakışıklı bir canavar, işte tam olarak buydu. Minik Lord Tyrion, eğri büğrü olsa da daha merhametliydi.
Harry ona bakıyordu. Kim olduğumu biliyor, diye fark etti Alayne. Ve beni gördüğüne memnun olmuş gibi görünmüyor. İşte tam o dakikadan sonra genç adamın üstündeki armalar dikkatini çekmişti. Tuniği ve koşum takımı Hardyng Hanedanı’nın kırmızı-beyaz elmaslarıyla desenlendirilmiş olsa da kalkanının üstündeki motif dörde ayrılmıştı ve Hardyng ve Waynmood armaları sırasıyla birinci ve üçüncü parçalarda resmedilmişken diğer iki parça gök mavisi ve krem renklerindeki Arryn Hanesi’nin ay ve şahinini taşıyordu. Tatlıbülbül bundan hiç hoşnut kalmayacaktı.
Sör Wallace “En son gelenler bi-bi-bizler miyiz?” dedi.
Sör Wallace’ın kekemeliğini tamamen görmezden gelebilmeyi başararak “Sizlersiniz efendim.” diye cevap verdi Myranda Royce.
“A-a-atlı mızrak dövüşleri n-n-ne zaman başlayacak?”
“Ah, dua ediyorum ki yakında başlar.” dedi Randa. “Yarışmacılardan bazıları neredeyse bir aydır buradalar ve babamın misafirperverliğinden paylarını alıyorlar. Hepsi de iyi adamlar, ayrıca çok da yiğitler… ama oldukça fazla yiyorlar.”
Waynwoodlar hep birlikte güldüler ve Varis Harry bile ufaktan gülümser gibi oldu. “Dağlardaki geçitlerde hava karlıydı, yoksa buraya daha erken varırdık.” dedi Leydi Anya.
“Eğer Kapılar’da böyle bir güzelliğin bizleri beklediğini bilseydik uçarak gelirdik.” dedi Sör Roland. Sözleri Myranda Royce’a yöneltilmişse de bunları söylerken Alayne’e bakıp gülümsüyordu.
“Uçmak için kanatlarınızın olması gerekirdi,” diyerek cevap verdi Randa. “Ve burada, bu konu üzerine söyleyebilecekleri bir iki sözü olan bazı şövalyeler var.”
“Hararetli bir tartışmayı dört gözle bekliyorum.” Sör Roland atından atladı, Alayne’e doğru döndü ve gülümsedi. “Lord Serçeparmak’ın kızının güzel yüzlü ve zarafet dolu olduğunu duymuştum; ama hiç kimse bir hırsız olduğunu da söylemedi.”
“Yanlış biliyorsunuz, efendim. Ben hırsız değilim!”
Sör Roland elini kalbinin üzerine yerleştirdi. “O zaman göğsümdeki, kalbimi çaldığınız bu deliği nasıl açıklayacaksınız?”
“O sadece sizinle e-eğ-eğleniyor, leydim.” diye kekeledi Ser Wallace. “Ye-ye-yeğenim zaten ka-ka-kalpsizin tekiydi.”
“Waynwood tekerleğinin kırık bir mili var ve işte burada da dayım.” Sör Roland Wallace’ın kulağının arkasına bir tane şaplattı. “Şövalyeler konuşurken yaverler susmalı.”
Ser Wallace kıpkırmızı kesilmişti. “Artık bir ya-yaver değilim, leydim. Ye-yeğenim gayet de biliyor ki ben bir şö-şö-şöv-şö-şöva-”
“Şövalyelik unvanınız verildi?” diyerek devamını getirdi Alayne kibarca.
Wallace Waynwood “Unvan verildi.” diyerek onayladı minnetle.
Eğer yaşıyor olsaydı Robb da aynı yaşta olacaktı, diye düşünmekten kendini alamadı Alayne. Ama Robb bir kral olarak öldü, bu ise hala bir çocuk.
Leydi Myranda, “Lord babam sizler için Doğu Kulesi’nde odalar ayarladı.” diyordu Leydi Waynwood’a. “Fakat korkarım ki şövalyeleriniz aynı yatağı paylaşmak zorunda kalacaklar. Ay Kapıları hiçbir zaman için bu kadar asil misafiri bir arada ağırlamak üzere tasarlanmadı.”
“Siz Kartal Kulesi’ndesiniz Sör Harrold.” diyerek araya girdi Alayne. Tatlıbülbül’den çok uzaklarda. Kasıtlı olarak böyle ayarlandığını biliyordu. Petyr Baelish hiçbir zaman için bu tür işleri şansa bırakmazdı. “Eğer sizi memnun edecekse odanızı bizzat ben göstereceğim.” Bu sefer gözleri Harry’nin gözleriyle buluştu. Sadece genç adam için gülümsedi ve içinden Bakire’ye dua etmeye başladı. Lütfen. Bana âşık olmasına gerek yok, sadece benden hoşlanmasını sağla. Birazcık. Bu kadarı şimdilik yeterli.
Ser Harrold kıza soğuk soğuk baktı. “Serçeparmak’ın piçinin refakati neden beni memnun etsin ki?”
Üç Waynwood da Harrold’a yan yan baktılar. Buz gibi bir sesle “Burada misafirsin Harry.” diye hatırlattı Lady Anya. “Bunu unutmadığına emin ol.”
Bir leydinin zırhı nezaketidir. Alayne kanının yüzüne hücum ettiğini hissedebiliyordu. Gözyaşı yok, diye dua etti. Lütfen, lütfen, ağlamamam lazım. “Nasıl isterseniz efendim. Ve şimdi izin verirseniz Serçeparmak’ın piçi lord babasını bulup geldiğinizi haber vermeli ki yarın turnuvaya başlayabilelim.” Ve dilerim ki atın sendeler de, Varis Harry, ilk müsabakanda o aptal kafanın üstüne çakılırsın. Waynwoodlar, eşlikçileri adına garip garip özürler dilemeye çalışırlarken Alayne kaskatı bir surat takındı. Özürlerini bitirdiklerinde ise arkasını dönüp kaçar gibi oradan uzaklaştı.
Alayne, iç kalenin yakınında farkında olmadan Sör Lothor Brune’a bodoslama çarptı. Az kalsın adamın ayaklarını yerden kesiyordu. “Varis Harry? Olsa olsa Göt Harry’dir. Kendini beğenmiş, sonradan görme yaverin teki.”
Alayne adamın söylediklerine o kadar minnettar kaldı ki ona sarıldı. “Teşekkür ederim. Babamı gördünüz mü efendim?”
“Aşağıda, mahzenlerde.” dedi Sör Lothar. “Lord Grafton ve Lord Belmore ile beraber Lord Nestor’ın tahıl ambarlarını kontrol ediyorlar.”
Mahzenler geniş, karanlık ve kirliydi. Alayne lambalardan birinin fitilini yaktı ve eteklerini toplayıp merdivenlerden aşağı inmeye başladı. En aşağıya yaklaştığında Lord Grafton’ın gürleyen sesini duydu ve sesi takip etti. Adamları bulduğunda, “Tüccarlar alacağım diye, lordlar da satacağım diye yaygara koparıp duruyorlar.” diyordu Martı Kasabalı. Uzun boylu olmasa da, Grafton kalın kolları ve omuzlarıyla geniş bir adamdı. Dağınık saçları da kirli sarı renkteydi. “Bunu nasıl durduracağım lordum?”
“İskelelere muhafızlar yerleştir. Gerekirse gemilere de el koy. hiçbir gıda maddesi Vadi’den çıkmadığı sürece nasıl olduğunun bir önemi yok.”
“Öte yandan bu fiyatlar…” diyerek karşı çıktı şişman Lord Belmore. “Bu fiyatlar ederinden fazlası.”
“Sen ederinden fazlası diyorsun lordum. Ben de isteyeceğimizden azı diyorum. Bekle. Eğer gerekirse onları kendin satın al ve stokla. Kış geliyor. Fiyatlar yükselecektir.”
“Belki de.” dedi Belmore şüpheyle.
Grafton, “Bronz Yohn beklemeyecektir.” diye şikâyet etti. “Martı Kasabası üzerinden göndermesine de gerek yok. Adamın kendi limanı var. Biz hasatlarımızı stoklarken Royce ve diğer İstidacı Lordlar kendilerininkini gümüşe çeviriyor olacaklar, bundan emin olabilirsiniz.”
“Dua edelim de öyle olsun.” dedi Petyr. “Ambarları boşaldığında, ellerindeki gümüşlerin her bir tekine bizden yiyecek satın almak için ihtiyaçları olacak. Ve şimdi izin verirseniz lordlarım, kızımın bana ihtiyacı varmış görünüyor.”
“Leydi Alayne.” dedi Lord Grafton. “Bakıyorum da bu sabah gözleriniz parıl parıl.”
“Çok naziksiniz lordum. Baba, sizleri rahatsız ettiğim için özür dilerim; ama Waynwoodların geldiğini bilmek istersiniz diye düşündüm.”
“Ve Sör Harrold da onlarla birlikte mi?”
İğrenç Sör Harrold. “Evet.”
Lord Belmore güldü. “Royce’un çocuğun da gelmesine izin vereceğini hiç düşünmemiştim. Bu adam kör mü, yoksa sadece aptalın teki mi?”
“Onurlu bir adam. Bazen ikisi de aynı anlama gelir gerçi. Eğer Lord Royce, delikanlıya kendini kanıtlama şansı vermemiş olsaydı arada daha büyük uçurumların açılmasına sebep olabilirdi. Öyleyse neden müsabakalara katılmasına izin vermeyesin ki? Çocuğun Kanatlı Şövalyeler arasında bir yer edinmesine yetecek kadar yeteneği hiçbir şekilde yok zaten.”
“Zannederim ki öyle.” dedi Belmore isteksizce. Lord Grafton Alayne’in elini öptü ve iki lord, kızı babasıyla yalnız başına bırakmak üzere oradan ayrıldılar.
“Gel.” dedi Petyr. “Beraber yürüyelim.” Alayne’in koluna girdi ve kızı boş bir zindandan geçirip mahzenlerin derinliklerine doğru götürmeye başladı. “Varis Harry ile ilk karşılaşman nasıl geçti?”
“Korkunç biri.”
“Dünya korkunçluklarla dolu tatlım. Şimdiye kadar bunu biliyor olman gerekirdi. Yeteri kadarına şahit oldun.”
“Evet.” dedi Alayne. “Fakat neden bu kadar zalim olması gerekiyordu ki? Bana senin piçin diyerek hitap etti. Avlunun ortasında, herkesin önünde.”
“Onun bildiği kadarıyla öylesin. Bu nişan hiçbir zaman onun fikri olmadı ve hiç şüphesiz Bronz Yohn onu benim üçkâğıtlarıma karşı uyarmıştır. Sen de benim kızımsın. Sana güvenmiyor ve ayrıca senin kendisinden aşağı birisi olduğuna inanıyor.”
“Eh, öyle değilim. Kendisinin müthiş bir şövalye olduğuna inanabilir; ama Sör Lothor onun sadece kendini beğenmiş, sonradan görme bir yaverden başka bir şey olmadığını söylüyor.”
Petyr kolunu kıza doladı. “Evet öyle; ama aynı zamanda Robert’ın da varisi. Harry’i buraya getirmek planımızın ilk adımıydı; fakat şimdi onu elimizde tutmak zorundayız ve bunu sadece sen yapabilirsin. Çocuğun güzel yüzlere zaafı var ve kimin yüzü seninkinden daha güzel ki? Cezbet onu. Büyüle onu. Kendine hayran bırak.”
“Nasıl yapacağımı bilmiyorum.” dedi Alayne acınacak bir sesle.
O gözlerine ulaşmayan gülümsemelerinden biriyle “Ah, bence biliyorsun.” dedi Serçeparmak. “Bu gece, salondaki en güzel kadın sen olacaksın. Tıpkı leydi annenin de senin yaşlarında olduğu gibi. Seni ana masaya oturtamam; fakat duvar şamdanlarının birinin altında şeref konuklarına ait bir yerin olacak. Alevler saçında parlayacak ki herkes ne kadar güzel bir yüzün olduğunu görsün. Yaverleri kovuşturmak için elinde uzun bir kaşığı hazır et tatlım. Şövalyeler uğurunu takabilmek için sana yalvarmaya akın ettiklerinde, yeni yetmelerin ayak altında dolaşmasını istemezsin.”
“Bir piçin uğurunu takmayı kim ister ki?”
“Harry, eğer Tanrılar bir kaz kadar akıl verdiyse. Fakat Harry’e verme. Başka bir centilmene ver ve onu desteklediğini göster. Çok hevesli görünmek istemezsin.”
“İstemem.” dedi Alayne.
“Leydi Waynwood Harry’nin seni dansa kaldırması için ısrarcı olacaktır, sana bu kadarının garantisini verebilirim. İşte bu, senin fırsatın olacak. Çocuğa gülümse. Konuşurken dokun ona. Gururunu okşamak için hafif hafif sataş. Eğer tepki veriyor gibi görünürse ona kendini kötü hissettiğini söyle ve seni dışarıya, hava almaya çıkarmasını iste. hiçbir şövalye güzel bir genç kızdan gelen bu isteği geri çeviremez.”
“Evet.” dedi Alayne. “Ama benim bir piç olduğumu düşünüyor.”
“Güzel bir piç ve Lord Savunucu’nun kızı.” Petyr kızı yakınına çekti ve iki yanağından da öptü. “Gece senin, tatlım. Bunu aklından çıkarma. hiçbir zaman.”
“Deneyeceğim baba.” dedi Alayne.
Ziyafet tam anlamıyla babasının dediği gibi çıkmıştı.
Gümüş kanatları kazanmak için lordlarının gözü önünde yarışmaya buralara kadar gelen altmış dört katılımcı şerefine altmış dört çeşit yemek servis edildi. Nehirlerden ve göllerden turna, alabalık ve somon; denizlerden yengeç, morina ve ringa… Ördekler ve horozlar vardı. Tüyleri içinde tavuskuşları ve badem sütü içinde kuğular… Ağızlarında elmalarla, çıtır çıtır kızartılmış yavru domuzlar servis edilmişti ve ayrıca mutfak kapılarından geçirmek için çok büyük olduklarından kale avlusunda bütün olarak kızartılmaları gereken üç devasa yaban öküzü de oradaydı. Sıcak ekmek dilimleri Lord Nestor’ın kabul salonundaki tüm masaları doldurmuştu ve kocaman peynir kalıpları kilerlerden çıkarılıp buraya getirilmişti. Tereyağı yeni yapılmıştı. Dahası da vardı. Pırasalar ve havuçlar… Kavrulmuş soğanlar, pancarlar, turplar, yaban havuçları… Ve hepsinden de güzeli, Lord Nestor’ın aşçısı mükemmel bir eser hazırlamıştı: Tepesi şekerden bir Kartal Yuvası’yla süslenmiş, Dev Mızrağı şeklindeki üç buçuk metrelik bir limonlu pasta.
Benim için, diye düşündü Alayne, pasta salona getirilirken. Tatlıbülbül de limonlu pastaları seviyordu; ama sadece Alayne çocuğa bunun kendisinin en sevdiği yiyecek olduğunu söyledikten sonra. Pastayı yapmak Vadi’deki tüm limonları kullanmayı gerektirmişti; fakat Petyr Dorne’dan daha fazla limon getirteceğine söz vermişti.
Salonda hediyeler de vardı ayrıca. Muazzam hediyeler. Tüm yarışmacılara gümüş rengi kumaştan bir pelerin ve bir çift şahin kanadı şeklinde lacivert taşı broş takdim edilmişti. Onları izlemeye gelen erkek kardeşleri, babaları ve arkadaşlarına da kaliteli çelikten hançerler sunulmuştu. Anneleri, kız kardeşleri ve güzel hanımları için ise ipek kumaşlar ve Myr dantelleri vardı.
Alayne, Sör Edmund Taşkır’ın “Lord Nestor’ın eli açıkmış” dediğini duydu. Leydi Waynwood, başıyla Petyr Baelish’i işaret ederek, “Eli açık ve serçe parmaklı.” diye cevap verdi adama. Taşkır kadının neyi kastettiğini anlamakta yavaş davranmadı. Tüm bu cömertliğin asıl kaynağı Lord Nestor değil, Lord Savunucu’ydu.
Son yemekler de bitirilip ortalık temizlendikten sonra dans etmeye alan yaratmak için masalar yerlerinden kaldırıldı ve müzisyenler içeriye kabul edildi.
“Hiç şarkıcı yok mu?” diye sordu Ben Coldwater.
“Küçük lord onlara tahammül edemiyor.” diye cevapladı Sör Lymond Lynderly. “Marillion’dan beri.”
“Ah… Marillion, Leydi Lysa’yı öldüren adamdı, öyle değil mi?”
Alayne konuşmaya dahil oldu. “Şarkıcılığı Leydi Lysa’yı çokça memnun ediyordu ve bundan dolayı belki de leydi ona çok ayrıcalıklı davrandı. Leydi Lysa babamla evlendiğindeyse Marillion çıldırıp leydiyi Ay Kapısı’ndan aşağı itti. O zamandan beri Lord Robert şarkı söylenmesinden nefret ediyor; fakat kendisi müziğe hala düşkün.”
“Benim de olduğum gibi.” dedi Coldwater. Alayne’e elini uzatarak ayağa kalktı. “Beni bu dansla şereflendirir misiniz leydim?”
“Çok naziksiniz.” dedi Alayne, adam onu dans pistine doğru götürürken.
O geceki ilk dans partneriydi; fakat sonuncusu olmaktan oldukça uzaktı. Tam da Petyr’in dediği gibi tüm genç şövalyeler uğurunu alabilmek için rekabete tutuşarak Alayne’in etrafına üşüşmüşlerdi. Ben’den sonra Andrew Tollett, yakışıklı Sör Byron, kırmızı burunlu Sör Morgarth ve Çılgın Fare Sör Shadrich geldi. Onlardan sonra da Myranda’nın şişman, sıkıcı erkek kardeşi ve Lord Nestor’ın varisi olan Sör Albar Royce… Üç Sunderland ile de dans etti. hiçbirinin parmakları arasında örümcek ağı gözükmüyordu, tabii ayak parmaklarının da böyle olduğunu garanti edemezdi. Uther Shett, bir yandan Alayne’in ayaklarını ezerken bir yandan da ona bayağı iltifatlar yağdırmak üzere ortaya çıkmıştı. Öte yandan Yarıvahşi Sör Targon da nezaketin ta kendisi olduğunu ispatlamıştı. Ondan sonra Sör Roland Waynwood Alayne’i kaptı ve salondaki diğer şövalyelerin yarısı hakkındaki alaycı yorumlarıyla kızı güldürdü. Dans etme sırası ona geldiğinde dayısı Wallace da aynı şeyleri yapmayı denedi, ama ne yazık ki kelimeler ağzından çıkamıyordu. Alayne en sonunda genç adamın haline acıdı ve mutlu mutlu gevezelik ederek Sör Wallace’ı utançtan kurtarmış oldu. Dans sona erdiğinde Alayne müsaade istedi ve biraz şarap içmek üzere oturduğu masanın yolunu tuttu.
Ve işte orada duruyordu. Varis Harry’nin ta kendisi. Uzun boylu, yakışıklı, çatık kaşlı. “Leydi Alayne. Bu dansta partneriniz olabilir miyim?”
Alayne kısa bir süre düşündü. “Hayır. Zannetmiyorum.”
Renkler oğlanın yanaklarına hücum etmeye başladı. “Size avluda affedilemez derecede kaba davrandım. Beni affetmelisiniz.”
“Affetmeli miyim?” Saçını geriye doğru attı, şarabından bir yudum aldı ve oğlanı biraz bekletti. “Affedilemez derecede kaba birini nasıl affedebilirsiniz ki? Bunu bana açıklayabilir misiniz, sör?”
Ser Harrold’ın kafası karışmış görünüyordu. “Lütfen. Tek bir dans.”
Cezbet onu. Büyüle onu. Kendine hayran bırak. “Eğer ısrar ediyorsanız…”
Genç adam başıyla onayladı ve elini Alayne’e uzattı. Beraber piste doğru yürüdüler. Müziğin devam etmesini beklerlerken Alayne ana masaya doğru bir bakış attı. Lord Robert oturduğu yerden onlara gözünü dikmiş bakıyordu. Lütfen, diye dua etti kız. Seğirip titremeye başlamasın. Burada değil. Şimdi değil. Üstat Coleman çocuğun ziyafetten önce güçlü bir doz tatlısüt içtiğinden muhakkak emin olmuştu; ama yine de…
Sonra müzisyenler bir ezgi tutturdular ve Alayne dans etmeye başladı.
Bir şeyler söyle, diye kendini zorladı. Eğer onunla konuşacak cesareti bulamazsan hiçbir zaman Sör Harry’nin sana âşık olmasını sağlayamayacaksın. Acaba ona ne kadar iyi dans ettiğini söylemeli miydi? Hayır. Muhtemelen bir düzine kez bunu duymuştur. Ayrıca, Petyr çok hevesli görünmemem gerektiğini söyledi. Bunun yerine “Duydum ki baba olmak üzereymişsiniz.” dedi Alayne. Bu, çoğu kızın müstakbel nişanlısına söyleyeceği türden bir şey değildi; ama Alayne, Sör Harrold’ın yalan söyleyip söylemeyeceğini görmek istiyordu.
“İkinci kez. Kızım Alys iki yaşında.”
Piç kızın Alys. diye düşündü Alayne; ama ağzından çıkan “Onun annesi başka bir kadın ama.” oldu.
“Evet. Onunla yattığımda Cissy güzel bir kızdı; ama doğum onu bir inek kadar şişman bıraktı. Durum böyle olunca Leydi Anya da kızın, askerlerinden biriyle evlenmesi için ayarlamalarda bulundu. Safran ile ilişkimiz ise daha farklı.”
“Safran?” Alayne gülmemeye çalıştı. “Cidden mi?”
Sör Harrold en azından utanma erdemini göstermişti. “Babası, Safran’ın kendisi için altından bile daha değerli olduğunu söylüyor. O zengin biri. Martı Kasabası’ndaki en zengin adam. Baharatlardan bir servet… ”
“Çocuğun ismini ne koyacaksınız?” diye sordu. “Kız olursa Tarçın, erkek olursa Karanfil mi?”
Genç adam neredeyse sendeliyordu. “Leydim benimle alay ediyor.”
“Ah, hayır.” Bu söylediğimi Petyr’a anlattığımda gülmekten gözlerinden yaş gelecek.
“Safran çok güzel bir kız, bilginiz olsun. Büyük kahverengi gözleri ve bal gibi saçlarıyla uzun boylu ve zarif.”
Alayne başını kaldırdı. “Benden daha mı güzel?”
Ser Harrold kızın yüzünü inceledi. “Yeterince güzelsiniz, kabul ediyorum. Leydi Anya bana bu evlilikten ilk bahsettiğinde babanıza benziyor olabileceğinizden korkmuştum.”
“Ufak sivri bir sakal falan?” Alayne güldü.
“Öyle demek isteme-”
“Umarım konuştuğunuzdan daha iyi mızrak dövüştürüyorsunuzdur.”
Harry kısa bir an için şoke olmuş göründü. Fakat müzik tam sona ermek üzereyken kahkahaya boğuldu. “Kimse zeki olduğunuzdan bahsetmemişti.”
Güzel dişleri var, diye düşündü Alayne. Düz ve beyaz. Ve güldüğünde o çok tatlı gamzeleri beliriyordu. Alayne, tek parmağını genç adamın yanağından aşağıya kaydırdı. “Eğer olur da evlenirsek Safran’ı babasına geri göndermen gerekecek. İsteyeceğin tüm baharat ben olacağım.”
Delikanlı sırıttı. “Size bunun için söz veriyorum, leydim. O gün gelene kadar uğurunuzu turnuvada takabilir miyim?”
“Takamazsınız. Söz verdim… bir başkasına.” O kişinin kim olacağına henüz karar vermiş değildi ama elbet birini bulacağını biliyordu.