Post by YeniAy_Ottoman on Jun 28, 2021 9:03:09 GMT
Çeviri KAYIP RIHTIM sitesinden alınmıştır.
Su Bahçeleri’nden ayrıldığı günün sabahında, babası her iki yanağından da öpmek için sandalyesinden kalkmıştı. “Dorne’un kaderi seninle birlikte gidiyor kızım,” demişti kâğıdı kızın avuçlarına bastırırken. “Tez git, sağ salim git; gözlerim, kulaklarım ve sesim ol… ama hepsinden önemlisi, kendine iyi bak.”
“Elbette baba.” Bir damla bile gözyaşı dökmemişti. Arianne Martell bir Dorne Prensesi’ydi ve Dorniler umursamazca su harcamazdı. Ağlamaya çok yaklaşmıştı ama. Gözlerini sulandıran ne babasının öpücüğü ne de boğuk çıkan sözleriydi; aksine, damla hastalığının iltihaplandırdığı ve şiş eklemleriyle bacakları titrerken, ayağa kalkması için harcadığı çabaydı gözlerini sulandıran. Ayakta durması bir sevgi göstergesiydi. Ayakta durması bir inanç göstergesiydi.
Bana inanıyor. Onu yüzüstü bırakmayacağım.
Yedisi birden yedi Dorni kum atıyla yola koyulmuşlardı. Küçük bir grup büyük olanından çok daha çabuk yolculuk ederdi; ama Dorne’un veliahtı tek başına yola çıkmazdı. Tanrılütfu’ndan Sör Daemon Kum, bir gayrimeşru, bir zamanlar Prens Oberyn’in silahtarı, şimdi ise Arianne’in yeminli korumasıydı. Adama bu görevinde yardım etmek için Güneşmızrağı’ndan gelen iki gözüpek genç şövalye, Joss Hood ve Garibald Shells. Su Bahçeleri’nden yedi kuzgun ve onlara baksın diye aralarına katılan uzun boylu, genç bir delikanlı. Adı Nate’ti; fakat o kadar uzun süredir kuşlarla uğraşıyordu ki hiç kimse ona Tüyler’den başka bir isimle hitap etmiyordu. Ve bir prensesin yanında ona hizmet edecek kadınların da bulunması gerektiğinden eşlikçilerinin arasında sevimli Jayne Ladybright ve vahşi görünümlü Elia Kum, on dört yaşında bir genç kız, da vardı.
Kuzeybatı’dan giderek kuzeye -kurak toprakları, kupkuru kalmış ovaları ve solgun kumları aşarak, onları Dorne denizinden karşıya geçirecek geminin beklediği Toland Hanesi’nin kalesi Hayalet Tepesi’ne doğru yola koyulmuşlardı. “Ne zaman yeni haberler alırsanız bir kuzgun yollayın,” demişti ona Prens Doran, “Ama sadece doğruluğundan emin olduklarınızı rapor edin. Burada, sisin içinde kaybolduk. Etrafımız dedikodularla, yalanlarla ve gezginlerin hikâyeleriyle kuşatılmış. Neler olup bittiğini kesin olarak bilmeden harekete geçmeyi göze alamam.”
Savaşılıyor, diye düşündü Arianne, ve bu sefer Dorne ondan kaçınamayacak. Ellaria Sand Prens Doran’ın huzurundan ayrılmadan önce, “Yıkım ve ölüm geliyor,” diyerek uyarmıştı onları. “Küçük yılanlarımın dağılma zamanı geldi. Bu kan gölünden kurtulma şansları daha yüksek olur.” Ellaria babasının Cehennemyuvası’ndaki makamına geri dönüyordu. Onunla beraber, daha yeni yedi yaşına basmış kızı Loreza da gitmişti. Dorea, oradaki yüz çocuktan biri olarak Su Bahçeleri’nde kaldı. Obella, kale kumandanı Manfrey Martell’in karısına saki olarak hizmet etmesi için Güneşmızrağı’na gönderilmişti.
Ve Elia Kum, Prens Oberyn’in Ellaria’dan olan kızlarının en büyüğü, Arianne ile birlikte Dorne Denizi’ni geçecekti. “Bir leydi olarak, bir mızrak olarak değil.”, demişti kızın annesi kesin bir şekilde; ama diğer Kum Yılanları gibi Elia da aklının estiğince hareket ederdi.
Çölü, üç kere atlarını değiştirmek için mola vererek, iki uzun gündüzü ve iki gecenin önemli bir bölümünü alan zamanda geçmişlerdi. Çok fazla yabancıyla etrafı çevrili Arianne için yalnız geçen zamanlardı. Elia onun kuzeniydi, ama çocuk sayılırdı ve Daemon Kum… Tanrılütfu’nun Piçi ve Arianne arasındaki ilişki, babası adamı evlenmeleri için reddettiğinden beri hiçbir zaman eski haline dönmemişti. O zamanlar bir çocuktu ve gayrimeşru doğumluydu. Dorne Prensesi için uygun bir eş değildi. Adamın bunu daha iyi bilmesi gerekiyordu. Ve bu babamın kararıydı, benim değil. Eşlikçilerinden geri kalanlarınıysa neredeyse hiç tanımıyordu.
Arianne arkadaşlarını özlüyordu. Drey ve Garin ve Arianne’in tatlı Benekli Sylva’sı onun çocukluğundan beri bir parçası olmuştu. Onun hayallerini ve sırlarını paylaşan, üzgün olduğunda onu neşelendiren, korkularıyla yüzleşmesine yardımcı olan güvenilir sırdaşlar. İçlerinden biri ona ihanet etmişti; fakat o hepsini de aynı derecede özlüyordu. Olanlar benim suçumdu. Arianne onları babasının elindeki kartları dökme amacı güden bir isyan girişimi olarak, Myrcella Baratheon’ın kaçırılması ve kraliçe olarak taç giydirilmesini oyununa ortak etmiş; ama çenesi düşük birisi bu planlarını mahvetmişti. Beceriksiz komplo girişimi, zavallı Myrcella’nın yüzünün bir kısmına ve Sör Arys Meşeyürek’in canına mal olması haricinde hiçbir şey kazandırmamıştı.
Arianne Sör Arys’i de özlüyordu. Tahmin edebileceğinden daha da fazla. Beni delicesine sevdi, dedi kendi kendine, ama ben hiçbir zaman ona meyilli olmaktan fazlasını hissetmedim. Ondan yatağımda ve kurduğum komploda faydalandım. Ondan aşkını aldım, onurunu aldım ve bedenimden başka hiçbir şey vermedim. Nihayetinde, yaptıklarımızla beraber yaşayamazdı. Yoksa beyaz şövalyesi neden kendini Areo Hotah’ın baltasının önüne atıp bu şekilde ölecekti ki? Taht oyunlarını zar atan bir ayyaş gibi oynayan aptal bir kız çocuğuydum.
Aptallığının maliyeti ona pahalıya patlamıştı. Drey dünyanın bir ucundaki Norvos’a gönderilmiş, Garin iki yıllığına Tyrosh’a sürülmüş, Arianne’in aptalca tebessümlü tatlı Slyva’sı dedesi olacak yaştaki Eldon Estermont’la evlendirilmişti. Sör Arys bedeli kanıyla, Myrcella bir kulakla ödemişti.
Sadece Sör Gerold Dayne başına bir şey gelmeden kaçabilmişti. Karayıldız. Eğer Myrcella’nın atı son anda ürkmeseydi, adamın kılıcı kızı göğsünden beline kadar biçerdi. Bunun yerine sadece bir kulağını götürmüştü. Dayne, Arianne’in işlediğinden en çok pişmanlık duyduğu, en acı günahıydı. Kılıcının tek bir darbesiyle, eline yüzüne bulaştırdığı entrikasını pis ve kanlı bir şeye çevirmişti. Eğer Tanrılar adaletliyse Obara Kum şimdiye kadar adamı kendi dağ sığınağında, bir ağaçta sallandırmış ve işini bitirmiş olurdu.
Kamp yapmak için durdukları ilk gecede bu kadarını Daemon Kum’a da söylemişti. “Ne için dua ettiğinize dikkat edin prenses.” diye cevapladı adam. “Karayıldız da Lady Obara’nın işini aynı kolaylıkla bitirebilir.”
“Yanında Areo Hotah var.” Prens Doran’ın kişisel muhafızlarının komutanı, Sör Arys Meşeyürek’i, Kralmuhafızları’nın diyardaki en iyi şövalyeler olarak farz edilmelerine rağmen tek bir hamleyle mezara göndermişti. “Hiçbir adam Hotah’a karşı duramaz.”
“Karayıldız’ın olduğu bu mu? Bir adam?” Sör Daemon yüzünü buruşturdu. “Bir adam, onun Prenses Myrcella’ya yaptıklarını yapmazdı. Sör Gerold, amcanızın olduğundan daha da yılandı. Prens Oberyn onun bir zehir olduğunu görebiliyordu; birden fazla kez bunu söyledi. Onu öldürmeye zaman bulamaması yazık oldu.”
Zehir, diye düşündü Arianne. Evet. Tatlı bir zehir ama. Onu da böyle kandırmıştı. Gerold Dayne sert ve zalimdi; fakat bakması o kadar güzeldi ki, prenses adam hakkında anlatılan hikâyelerin yarısına bile inanmamıştı. Güzel delikanlılar her zaman onun zayıflığı olmuştu; özellikle de karanlık ve ayrıca tehlikeli olanları. Bu öncedendi. Sadece bir kız çocuğu olduğum zamanlarda, dedi kendi kendine. Şimdi bir kadınım. Babamın kızı. O dersi aldım.
Günün ağarmasıyla yeniden yola koyulmuşlardı. Elia Kum yolculuklarına önderlik etti. Siyah örgüsü, kız çatlamış kuru düzlükleri hızla geçerken ve tepelere tırmanırken arkasında dalgalanıyordu. Atlara hasta oluyordu ki -annesinin ümitsiz çabalarına rağmen- sık sık at gibi kokmasının sebebi de bu olabilirdi. Bazen Arianne Ellaria’ya acıyordu. Hepsi de babasının kızı olan dört kız çocuğu.
Grubun geri kalanı daha sakin bir tempo tutturmuştu. Prenses kendini, ikisi de daha gençken sonu genellikle kucaklaşmalarla biten diğer at gezilerini hatırlayarak, Sör Daemon’un yanında at sürerken buldu. Kendini eyerindeki uzun ve yiğit adamla bakışırlarken bulduğunda Arianne kendinin Dorne’un veliahttı olduğunu ve adamın da onun korumasından başka bir şey olmadığını kendine hatırlattı. “Bana bu Jon Connington hakkında ne bildiğini anlat,” diye buyurdu.
“O ölü,” dedi Daemon Kum. “İhtilaflı Topraklar’da öldü. İçkiden olmuş diye söylendiğini duydum.”
“Yani ölü bir ayyaş bu orduya önderlik ediyor, öyle mi?”
“Belki de bu Jon Connington, onun çocuklarından biridir. Ya da ölü bir adamın ismini alan akıllı bir paralı asker.”
“Ya da hiç ölmemiştir.” Acaba Connington bunca yıldır ölüymüş gibi mi göstermişti kendini? Bu, babasına layık bir sabır örneği gerektirirdi. Düşünce Arianne’i rahatsız ediyordu. Bu kadar kurnaz bir adamla uğraşmak tehlikeli olabilirdi. “Nasıl bir adamdı o, şeyden önce… Ölmeden önce?”
“Sürgüne gönderildiğinde Tanrılütfu’nda bir çocuktum. Adamı hiç tanımadım.”
“O zaman bana adam hakkında diğer insanlardan duyduklarını söyle.”
“Prensesimin buyurduğu gibi olsun. Connington, Grifon Tüneği hala elde tutmaya değer bir lordlukken Grifon Tüneği’nin lorduydu. Prens Rhaegar’ın silahtarı veya onlardan biri diyelim. Daha sonra da Prens Rhaegar’ın dostu ve yoldaşı. Deli Kral, Robert’ın Başkaldırısı sırasında onu El olarak atadı, ama Çanlar Savaşı sırasında *Stoney Sept’te yenilgiye uğradı ve Robert oradan sıvışıp kaçtı. Kral Aerys hiddetlenmişti ve Connington’ı sürgüne yolladı. Adam da orada öldü.”
“Ya da ölmedi.” Prens Doran ona her şeyi anlatmıştı. Daha fazlası da olmalıydı. “Bu sadece onun yaptıkları. Hepsini biliyorum. Nasıl bir adamdı? Dürüt ve onurlu, rüşvetçi ve açgözlü, gururlu?”
“Gururlu, ona şüphe yok. Hatta kendini beğenmişlik derecesinde gururlu. Rhaegar’a sadık bir arkadaş, ama diğer insanlara karşı asabi. Robert onun lorduydu; ancak duyduğuma göre Connington böyle bir lorda hizmet etmekten çok rahatsızlık duyuyormuş. O zamanlar bile Robert şaraba ve fahişelere düşkünlüğüyle meşhurdu.”
“Lord Jon’un hayatında fahişelere yer yok o zaman?”
“Bunu söyleyemem. Bazı adamlar fahişelerle olan ilişkilerini gizli tutarlar.”
“Bir karısı var mıydı? Bir aşığı?”
Sör Daemon omuzlarını silkti. “Duyduğum bir tane yok.”
Bu durum da rahatsız ediciydi. Sör Arys Meşeyürek onun için yeminlerini bozmuştu, fakat Jon Connington benzer şekilde aklı çelinebilecek biri gibi görünmüyordu. Sadece kelimelerle böyle bir adama karşı üstünlük sağlayabilir miyim?
Prenses yolun kalanı boyunca bu yolculuğun sonunda neyle karşılaşacağını düşünerek sessizliğe büründü. Kamp yaptıkları o gece, Jayne Ladybright ve Elia Kum’la paylaştığı çadırına sokuldu ve kol yeninde sakladığı kâğıt parçasını üzerinde yazanları yeniden okumak için çıkardı.
Arianne mektubu üç kere okudu ve sonra katlayıp kol yenindeki yerine geri yerleştirdi. Bir Ejderha Westeros’a geri döndü; ama babamın beklediği değil. Gelen haberlerin hiçbirinde Daenerys Fırtındoğan’a dair bir iz yoktu… ya da ejderha kraliçeyi bulması için gönderilen Arianne’in kardeşi Prens Quentyn’e dair. Prenses boğuk ve alçak sesiyle planını ona anlatırken, babasının oniks cyvasse taşını avucuna nasıl da bastırdığını hatırladı. Sonunda ne olacağı belli olmayan uzun ve tehlikeli bir yolculuk, demişti. Bizlere gönlümüzün isteğini getirmeye gitti. Öç. Adalet. Ateş ve Kan.
Jon Connigton’ın (tabii adam iddia ettiği kişiyse) önerdiği de ateş ve kandı. Ya da öyle miydi? “Paralı askerlerle beraber geldi, ama yanlarında ejderhalar yok,” demişti Prens Doran kuzgunun geldiği gün. “Altın Birlik, özgür birliklerden en iyi ve en büyük olanı; ancak on bin paralı asker Yedi Krallık’ı ele geçirmeyi ümit edemez. Elia’nın oğlu… Eğer kız kardeşimin bir parçası kurtulabildiyse sevinçten ağlarım, fakat bu gelenin gerçekten de Aegon olduğuna dair ne kanıtımız var?”. Bunu söylerken sesi çatlamıştı. “Ejderhalar nerede?” diye sordu. “Daenerys nerede?” Ve Arianne biliyordu ki babası aslında, “Oğlum nerede?” diyordu.
İki büyük Dorni ordusu Kemikyolu ve Prens Geçidi’nde toplanmıştı ve orada mızraklarını bileyerek, zırhlarını cilalayarak, zar atarak, içerek, ağız dalaşına girerek oturuyor; sayıları gittikçe azalırken bekliyor, bekliyor, Prens Doran’ın onları Martell Hanedanlığı’nın düşmanları üzerine salmasını bekliyorlardı. Ejderhaları bekliyorlar. Ateş ve kanı. Beni. Arianne’in ağzından çıkacak tek bir kelime ve o ordular harekete geçecekti… o kelime ejderha olduğu sürece. Bunun yerine, gönderdiği sözcük savaş olursa Lord Yronwood, Lord Fowler ve orduları yerlerinde kalacaktı. Prens Doran incelikle iş çeviren biri değilse neydi acaba? Savaş burada, bekle demekti.
Üçüncü günün kuşluk vaktinde Hayalet Tepesi önlerinde belirdi. Tebeşir beyazı duvarları Dorne Denizi’nin derin mavisinin üzerinde parlıyordu. Hisarın köşelerindeki kare kulelerde Tolan Hanesi’nin sancakları, altın rengi arka plan üzerine kendi kuyruğunu ısıran yeşil ejderha, dalgalanıyordu. Martell Hanedanlığı’nın güneş ve mızrağı -altın rengi ve turuncu, sanki meydan okur gibi- merkezdeki büyük kalenin tepesindeydi.
Kuzgunlar, Leydi Toland’ı gelişlerinden haberdar etmek için önden yollanmıştı. Bu yüzden hisar kapıları açıktı ve Nymella’nın en büyük kızı yanında kâhyasıyla beraber onları tepenin alçaklarında karşılamak için at sürüyordu. Uzun ve haşin görünümlü, omuzlarına dökülen alev gibi parlak kızıl saçlarıyla Valena Toland Arianne’i, “Sonunda geldiniz ha, öyle mi? O atlar ne kadar yavaşmış öyle?” diye bağırarak karşıladı.
“Sizinkileri hisar kapılarına giderken geride bırakmaya yetecek kadar hızlı.”
“Göreceğiz.” Valena atını etrafında döndürdü ve topuklarını atın böğrüne bastırdı, ve tepenin alçaklarındaki köyün, önlerinde tavukların ve köylülerin etrafa kaçıştıkları tozlu sokaklarında yarışları başlamıştı. Arianne kısrağını dörtnala koşturabildiğinde üç boy gerideydi. Fakat yamacın yarısına kadarını tırmandıklarında farkı bir boya indirmişti. Hisar kapısındaki nöbetçi kulübesine doğru gümbür gümbür giderlerken yan yanaydılar; ama kapılara varmalarına dört-beş metre kala siyah kısrağıyla Elia Kum, arkasında kumdan bulutlar bırakarak yanlarından uçar gibi geçti.
Avluda “Yarı at falan mısın çocuk?” diye sordu Valena gülerek. “Prenses, yanında kız bir seyis mi getirdin?”
O kıza bu lakabı takan her kimse hesap vermesi gereken çok şey var. Ama Arianne’in hoşuna gitse de gitmese de kıza bu ismi amcası Oberyn vermişti ve Kızıl Yılan kendinden başka kimseye hesap vermezdi.
“Kız bir atlı mızrak dövüşçüsü,” dedi Valena. “Evet, seni duymuştum. Avluya birinci sırada geldiğinden dolayı atları sulama ve yularlama onurunu sen kazandın.”
“Ve ondan sonra da hamamı bul,” dedi Prenses Arianne. Elia saçından topuklarına kadar kirece ve toza bulanmıştı.
Arianne ve şövalyeleri o gece, kalenin büyük salonunda Leydi Nymella ve kızlarıyla akşam yemeklerini yediler. Teora, kızlardan küçük olanı, kardeşi gibi kızıl saçlıydı; fakat geriye kalan diğer özellikleri daha farklı olamazdı. Kısa, tombul ve o kadar utangaçtı ki kızı dilsiz sanabilirdiniz. Baharatlı dana etine ve ballı ördeğe masadaki yakışıklı şövalyelerden daha fazla ilgi gösteriyordu ve Toland Hanesi adına konuşmayı leydi annesi ve kız kardeşine bırakma konusunda memnun görünüyordu.
Uşağı şarapları doldururken “Sizin Güneşmızrağı’nda duyduğunuz haberlerin aynısını biz de burada duyduk,” dedi Leydi Nymella onlara. “Hiddet Burnu’nda karaya çıkan paralı askerler, kuşatma altındaki ya da çoktan fethedilmiş kaleler, el konulan ya da yakılan hasatlar. Bu adamların nereden geldiğinden ve kim olduklarındansa kimse emin değil.”
“Korsanlar ve maceracılar diye duyduk en başta,” dedi Valena. “Sonra, gelenler Altın Birlik olmalıymış. Şimdi de Jon Connington, Deli Kral’ın Eli, doğuştan gelen hakkını talep etmek için mezarından geri döndü diyorlar. Gelenler her kimse, Grifon Tüneği onların önünde düştü. Yağmur Evi, Karga Yuvası, Siskorusu, hatta adasının üzerindeki Yeşiltaş bile. Hepsi fethedildi.”
Arianne’in düşünceleri birden tatlı Benekli Slyva’sına gitti. “Yeşiltaş’ı kim ister ki? Savaş olmuş mu orada?”
“Duyduğumuz kadarıyla olmamış, ama tüm hikâyeler çarpık.”
“Tarth da düşmüş. Bazı balıkçılar anlatacaktır,” dedi Valena. “Bu paralı askerler Hiddet Burnu’nun büyük bir kısmını ve Köprütaşları’nın yarısını ellerinde tutuyorlar. Yağmurkorusu’nda filler olduğundan bahsedildiğini duyduk.”
“Filler?” Arianne bunun hakkında ne düşüneceğini bilemedi. “Emin misiniz? Ejderhalar değil mi?”
Leydi Nymella kelimenin üstüne bastırarak “Filler,” dedi.
“Ve hasarlı gemilere denizin diplerini boylatan, Kırık Kol açıklarındaki krakenler,” dedi Valena. “Üstadımızın[1] söylediğine göre kan onları su yüzeyine çekiyormuş. Denizde cesetler var. Az bir kısmı da kıyılarımıza vurdu. Ve bunlar söyleyeceklerimin daha yarısı bile değil. Yeni bir korsan kralı İşkenceci Derinlikleri’ne yerleşmiş. Kendine Denizlerin Efendisi diyormuş. Bunun gerçek savaş gemileri var; üç güverteli, devasa savaş gemileri. Deniz yoluyla gelmemekle akıllılık ettiniz. Redwyne donanması Köprü Taşları’ndan geçtiği için o sular Tarth açıklarından Gemikıran Körfezi’ne kadar yabancı denizci bayraklarıyla kaynıyor. Myrliler, Volantiniler, Lyseniler, hatta Demir Adalar’dan gelen yağmacılar. Bazıları Hiddet Burnu’nun güneyine adam indirmek için Dorne Denizi’ne girmiş. Sizler için, babanızın emrettiği gibi, iyi ve hızlı bir gemi bulduk; ama yine de… dikkatli olun.”
Haberler doğru o zaman. Arianne kardeşi hakkında bir şeyler sormak istedi, fakat babası onu sözlerine dikkat etmesi konusunda tembihlemişti. Eğer bu gemiler Quentyn’i ve onun ejderha kraliçesini getirmemişse ondan bahsetmemesi en iyisiydi. Sadece babası ve onun en güvenilir adamları kardeşinin Köle Tüccarı Körfezi’ndeki görevini biliyordu. Leydi Toland ve kızları o insanlar arasında değildi. Eğer gelen Quentyn olsaydı, Daenerys’i Dorne’a getirirdi kuşkusuz. Hiddet Burnu’nda inip neden kendini fırtınalordlarının içinde riske atacaktı ki?
“Dorne tehlikede mi?” diye sordu Leydi Nymella. “İtiraf etmeliyim ki ne zaman yabancı bir denizci bayrağı görsem, yüreğim ağzıma geliyor. Ya bu gemiler yönünü güneye çevirirse? Toland’ın gücünün büyük kısmı Lord Yronwood’la beraber Kemikyolu’nda. Eğer bu yabancılar kıyılarımıza ayak basarsa Hayalet Tepesi’ni kim savunacak? Adamlarımı geri mi çağırmalıyım?”
“Askerlerinize şimdiki yerlerinde ihtiyaç var leydim,” diye kadını temin etti Daemon Kum. Arianne, adamın sözlerini başıyla onaylamakta hızlı davrandı. Bundan başka verilecek herhangi bir rehberlik, her adamın gelip gelmeyeceği belli olmayan düşmanlarına karşı kendi evini korumaya koşmasıyla Lord Yronwood’un birliğinin eski bir duvar halısı gibi çözülüp gitmesine neden olabilirdi. “Bu gelenlerin dost ya da düşman olduklarından şüphe götürmez bir şekilde emin olduğumuz zaman babam ne yapılacağını bilecektir.” dedi prenses.
İşte ondan sonra solgun, tombul Teora gözlerini tabağındaki kremalı pastalardan kaldırdı. “Onlar ejderhalar.”
“Ejderhalar?” dedi annesi. “Teora, aptal olma.”
“Olmuyorum. Geliyorlar.”
Sesinde bir hor görme tınısıyla “Bunu nasıl bilebilirsin?” diye sordu kız kardeşi. “Senin şu önemsiz rüyalarından biri mi?”
Teora çenesi titreyerek belli belirsizce başını salladı. “Dans ediyorlardı. Rüyamda. Ve ejderhaların dans ettiği her yerde insanlar ölüyordu.”
“Yedi bizi korusun.” Leydi Nymella kızgınca nefes verdi.
“Üstat Toman’dan nefret ediyorum,” dedi Teora. Sonra da masadan ok gibi fırlayıp gitti. Annesini bu davranışı yüzünden onun için özürler dizmeye bırakmıştı.
“Ona karşı nazik olun leydim,” dedi Arianne. “Onun yaşlarındaki halimi hatırlıyorum. Babam artık benden umudunu kesmişti. Buna eminim.”
“Bunu doğrulayabilirim.” Sör Daemon şarabından bir yudum aldı ve ekledi. “Toland Hanesi’nin sancaklarında bir ejderha var.”
“Kendi kuyruğunu yiyen bir ejderha, evet,” dedi Valena. “Aegon’un Fethi’ndeki günlerden kalma. Burayı fethedememişti. Diğer yerlerde düşmanlarını kavurdu. O ve kardeşleri. Ama burada, geriye onlara kavuracak sadece taş ve kum bırakarak önlerinden uçup gittik. Ve ejderhalar yiyecek başka bir yemek isteğiyle kuyruklarını ısırmaya çalışarak kendi etraflarında döndü durdu. Ta ki düğümlenip kalana kadar.”
“Atalarımız o oyunda rollerini yerine getirdiler,” dedi Leydi Nymella gururla. “Gözüpek işler yapıldı ve cesur adamlar öldü. Bunların hepsi, bizlere hizmet eden üstatlar tarafından kaydedildi. Eğer prensesimiz daha fazlasını öğrenmek isterse kitaplarımız var.”
“Belki başka bir zaman,” dedi Arianne.
O gece Hayalet Tepesi uykuya daldığında, prenses soğuğa karşı başlıklı bir pelerin giydi ve kafasını dağıtmak için kale siperlerinde yürüdü. Daemon Kum onu, duvara yaslanıp ayın üzerinde dans ettiği denizi seyrederken buldu. “Prenses,” dedi, “yatağınızda olmanız gerekiyordu.”
“Aynısını senin için de söyleyebilirim.” Arianne adamın yüzüne bakmak için döndü. Güzel bir surat, diye karar verdi. Bir zamanlar tanıdığım çocuk yakışıklı bir adam olmuş. Gözleri bir çöl göğü kadar mavi, saçları henüz aştıkları çölün kumları kadar açık kahverengiydi. Kısa kesilmiş sakalı güçlü bir çene hattını takip ediyordu; ama güldüğünde gamzelerini saklayabiliyor sayılmazdı. Gülümsemesini hep sevmiştim.
Tanrılütfu’nun Piçi aynı zamanda, Prens Oberyn’in silahtarlığını yapmış ve şövalyelik unvanını bizzat Kızıl Yılan’dan almış birinden beklenebileceği gibi, Dorne’un en iyi kılıçlarından biriydi. Bazıları amcasının sevgilisi olduğunu da söylüyordu. Yüzüne karşı söyledikleri nadirdi ama. Arianne bunun doğruluğunu bilmiyordu. Bir zamanlar kendisinin sevgilisiydi ama. On dördündeyken ona bekâretini vermişti. O zamanlar Daemon da pek büyük değildi, bu yüzden sevişmeleri ateşli oldukları kadar da acemiceydi. Yine de zevkli olmuştu.
Arianne ona en baştan çıkarıcı gülümsemesini bahşetti. “Aynı yatağı paylaşabiliriz.”
Sör Daemon’un suratı taş gibiydi. “Unuttunuz mu, prenses? Gayrimeşru doğumluyum.” Arianne’in ellerini ellerine aldı. “Eğer bu ele layık değilsem, orana nasıl layık olabilirim?”
Arianne ellerini hızlıca adamınkilerden kurtardı. “Bu söylediklerin için bir tokadı hak ettin.”
“Yüzüm sizindir. Gönlünüzün istediğini yapın.”
“Benim istediğimi sen istemeyeceksin belli ki. Öyle olsun. Bunun yerine benimle konuş o zaman. Gelen gerçekten Prens Aegon olabilir mi?”
“Gregor Clegane, Aegon’u Elia’nın kollarından çekip kopardı ve çocuğun kafasını duvara çaldı,” diye cevapladı Sör Daemon. “Eğer Lord Connington’ın prensinin paramparça bir kafatası varsa Aegon’un mezarından döndüğüne inanacağım. Öteki takdirde, hayır. Bu gelen sahte bir çocuk, ötesi değil. Destek kazanmak için yapılan bir paralı asker numarası.”
Babam da aynısından korkuyor. “Ama eğer öyle değilse… eğer bu gelen gerçekten Jon Connington’sa, eğer oğlan Rhaegar’ın çocuğuysa…”
“O olduğunu mu diliyorsunuz, yoksa olmadığını mı?”
“Ben… Elia’nın çocuğunun hala yaşadığını bilmek babama büyük mutluluk verecektir. Kız kardeşini çok severdi.”
Öyle, değil mi? “Elia öldüğünde yedi yaşındaydım. Hatırlayamayacak kadar küçük olduğum zamanlar, bir keresinde Rhaenys’i kucağıma aldığımı söylüyorlar. Aegon, gerçek de olsa sahte de, benim için yabancı biri gibi olacak.” Prenses duraksadı. “Rhaegar’ın kız kardeşini arıyorduk, oğlunu değil.” Onu Arianne’in koruması olarak seçtiğinde babası sırrını Sör Daemon’a da açmıştı. En azından onunla özgürce konuşabilirdi. “Dönenin Quentyn olmasını tercih ederdim.”
“Ya da öyle diyorsunuz,” dedi Daemon Kum. “İyi geceler, prenses.” Eğilerek selamladı ve onu orada ayakta dikilir vaziyette bıraktı.
Böyle diyerek ne demek istedi? Arianne adamın yürüyüp gitmesini izledi. Eğer kardeşimin geri dönmesini istemesem ne çeşit bir kız kardeş olurdum? Onca yıl, babasının Arianne’in yerine onu veliahdı ilan etmeye niyeti olduğundan dolayı Quentyn’e hınç beslemişti, bu doğruydu. Ama durumun sadece bir yanlış anlaşılma olduğu ortaya çıkmıştı. Dorne’un veliahdı kendisiydi ve babasının sözünü almıştı. Quentyn’in kendi ejderha kraliçesi olacaktı: Daenerys.
Güneşmızrağı’nda, Arianne’in atalarından biriyle evlenmek için Dorne’a gelen Prenses Daenerys’in bir portresi asılıydı. Daha küçük yaşlardayken Arianne ona bakarak saatler harcardı. Yalnızca, her gece tanrılara onu güzel yapması için dua eden, ergenliğin zirvesindeki tıknaz, tahta göğüslü bir kız çocuğu olduğu zamanlarda. Yüzyıl önce, Daenerys Targaryen Dorne’a barış yapmak için gelmişti. Şimdi bir başkası savaş başlatmak için geliyor ve kardeşim, onun kralı ve eşi olacak. Kral Quentyn. Neden kulağa bu kadar aptalca geliyordu?
Neredeyse Quentyn’in bir ejderhaya binmesi kadar aptalca. Kardeşi ağırbaşlı, iyi huylu, sorumluluk sahibi bir çocuktu, ama sıkıcı biriydi. Ve cazibesiz, aşırı cazibesizdi. Tanrılar Arianne’e olmak için dua ettiği güzelliği vermişlerdi, ancak Quentyn başka bir şey için dua etmiş olmalıydı. Kafası fazla büyüktü ve bir nevi kare sayılırdı; saçları kuru çamur rengiydi. Ayrıca omuzları da düşüktü ve bel kısmı çok kalındı. Babamıza çok benziyor.
“Kardeşimi seviyorum,” dedi Arianne, fakat sadece gökteki ay söylediklerini duyabilirdi. Aslında gerçeği söyleyecek olursa kardeşini çok az tanıyordu. Quentyn, Yronwood Evi’nden Lord Ormond Yronwood’un oğlu ve Lord Edgar’ın torunu Lord Anders, Kraliyetkanı, tarafından yetiştirilmişti. Gençliğinde, amcası Oberyn Edgar’la bir düello yapmış ve adama çürüyüp onu öldüren yarayı vermişti. Bu olaydan sonra insanlar amcasını ‘Kızıl Yılan’ diye çağırmaya başlamış ve kılıcındaki zehirden bahsetmişlerdi. Yronwoodlar gururlu ve güçlü, çok eskiye dayanan bir haneydi. Rhoynarlar gelmeden önce Dorne’un, hâkimiyet alanları Martell Hanedanlığı’nın topraklarını katlayan, yarısından fazlasının krallarıydılar. Arianne’in babası bir an önce davranmasaydı, kuşkusuz, Lord Edgar’ın ölümünü kan davası ve başkaldırı izleyecekti. Kızıl Yılan önce Eskişehir’e, ondan sonra da Dar Deniz’in karşı yakasındaki Lys’e gönderildi. Tabii kimse buna sürgün demeye cüret edememişti. Ve vakti geldiğinde, bir güven göstergesi olarak, Quentyn yetiştirilmesi için Lord Anders’e gönderilmişti. Bu, Güneşmızrağı ve Yronwoodlar arasındaki yaraların iyileşmesine yardımcı olmuştu, ama Quentyn ve Kum Yılanları arasında yenilerini açmıştı… ve Arianne her zaman, kuzenlerine uzaklardaki kardeşinden daha yakın olmuştu.
“Yine de aynı kanı taşıyoruz,” diye fısıldadı. “Elbette ki kardeşimin eve dönmesini isterim. İsterim.” Denizden gelen rüzgâr kolu boyunca tüm tüylerini diken diken ediyordu. Arianne pelerinine sarındı ve yatacağı yeri aramaya gitti.
Gemilerinin adı Peregrine‘di. Sabah sular çekilmişken yola çıktılar. Tanrılar onlara karşı insaflıydı, deniz sakindi. İyi rüzgârlara rağmen denizi geçmeleri bir gece ve bir gündüz aldı. Jayne Ladybright’ı deniz tutmuştu ve zamanının çoğunu kusarak geçirmişti. Bu durum Elia Sand’in komiğine gitmiş gibi görünüyordu. “Birilerinin şu çocuğun kıçını şaplaklaması gerek,” derken duyulmuştu Joss Hood… ve Elia da onu duyanlar arasındaydı.
Kendini beğenmiş bir şekilde “Neredeyse kadın oldum sayılır, sör,” diye adama cevap verdi Elia. “Kıçımı şaplaklamana izin vereceğim gerçi… fakat önce at üstünde mızrak dövüştürmemiz ve beni atımdan düşürmeniz gerekecek.”
“Bir gemideyiz ve atımız yok.” diyerek cevapladı Joss.
Arkadaşından çok daha ciddi ve terbiyeli bir genç olan Sör Geribald Shells, “Ve leydiler atla mızrak dövüştürmez,” diye ısrar etti.
“Ben dövüştürürüm. Ben Leydi Mızrak’ım.”
Arianne yeterince dinlemişti. “Bir mızrak olabilirsin, ama bir leydi değilsin. Aşağıya git ve karaya çıkana kadar da orada kal.”
Bunun haricinde, karşıya geçmeleri olaysız olmuştu. Gün batarken uzakta, kürekleri akşamüstü yıldızlarına karşı kalkıp inen bir kadırga görmüşlerdi; fakat onlardan uzaklaşıyordu ve kısa süre sonra ufukta küçüldü ve gözden kayboldu. Arianne, bir el Sör[2] Daemon’la bir el de Sör Garibald’la cyvasse oynadı ve nasıl olduysa ikisini de kaybetmeyi başardı. Sör Garibald yiğitçe oynadığını söyleyecek kadar nezaket göstermişti, ama Sör Daemon Arianne’le dalga geçti. “Ejderha’dan başka taşlarınız da var, prenses. Arada onları da oynatmayı dene.”
“Ejderhalar hoşuma gidiyor.” Adamın gülen yüzüne bir tane patlatmak istedi. Ya da onu öpmek istemişti belki. Adam yakışıklı olduğu kadar da kendini beğenmişti. Babam, Dorne’daki tüm şövalyeler içinde benim korumam olsun diye neden onu seçti? Mazimizi biliyor .“Bu sadece bir oyun. Bana Prens Viserys’ten bahset.”
“Dilenci Kral’dan mı?” Sör Daemon şaşırmış görünüyordu.
“Herkes Prens Rhaegar’ın yakışıklı olduğunu söylüyor. Viserys de yakışıklı mıydı?”
“Öyledir zannımca. Sonuçta Targaryen’di. Adamı hiç görmedim.”
Prens Doran’ın yıllar önce yaptığı gizli antlaşma Arianne’in Prens Viserys’le evlendirileceğini söylüyordu, Quentyn’in Daenerys’le evlendirileceğini değil. Bunların hepsi, Viserys Dothraki denizinde öldürüldüğünde mahvolmuştu. Bir tencere eriyik altınla taçlandırılmış. “Bir Dothraki Khal’ı tarafından öldürüldü,” dedi Arianne. “Ejderha Kraliçe’nin kendi kocası tarafından.”
“Ben de öyle duydum. Ne olmuş ki?”
“Sadece… Daenerys neden bunun olmasına izin verdi? Viserys onun kardeşiydi. Onun kanından geriye kalan tek kişi.”
“Dothrakiler vahşi bir halktır. Niye öldürdüklerini kim bilebilir ki? Belki de Viserys götünü yanlış eliyle silmiştir.”
Belki, diye düşündü Arianne, ya da Daenerys, abisi tahta çıkarıldığında ve onunla evlendirildiğinde hayatının geri kalanını bir çadırda uyuyarak ve at gibi kokarak geçirmeye mahkûm edileceğinin farkına varmıştır. “O, Deli Kral’ın kızı,” dedi prenses. “Nasıl bilebiliriz ki onun gibi ol–“
“Bilemeyiz,” dedi Sör Daemon. “Sadece ümit edebiliriz.”
{Spoiler}
Su Bahçeleri’nden ayrıldığı günün sabahında, babası her iki yanağından da öpmek için sandalyesinden kalkmıştı. “Dorne’un kaderi seninle birlikte gidiyor kızım,” demişti kâğıdı kızın avuçlarına bastırırken. “Tez git, sağ salim git; gözlerim, kulaklarım ve sesim ol… ama hepsinden önemlisi, kendine iyi bak.”
“Elbette baba.” Bir damla bile gözyaşı dökmemişti. Arianne Martell bir Dorne Prensesi’ydi ve Dorniler umursamazca su harcamazdı. Ağlamaya çok yaklaşmıştı ama. Gözlerini sulandıran ne babasının öpücüğü ne de boğuk çıkan sözleriydi; aksine, damla hastalığının iltihaplandırdığı ve şiş eklemleriyle bacakları titrerken, ayağa kalkması için harcadığı çabaydı gözlerini sulandıran. Ayakta durması bir sevgi göstergesiydi. Ayakta durması bir inanç göstergesiydi.
Bana inanıyor. Onu yüzüstü bırakmayacağım.
Yedisi birden yedi Dorni kum atıyla yola koyulmuşlardı. Küçük bir grup büyük olanından çok daha çabuk yolculuk ederdi; ama Dorne’un veliahtı tek başına yola çıkmazdı. Tanrılütfu’ndan Sör Daemon Kum, bir gayrimeşru, bir zamanlar Prens Oberyn’in silahtarı, şimdi ise Arianne’in yeminli korumasıydı. Adama bu görevinde yardım etmek için Güneşmızrağı’ndan gelen iki gözüpek genç şövalye, Joss Hood ve Garibald Shells. Su Bahçeleri’nden yedi kuzgun ve onlara baksın diye aralarına katılan uzun boylu, genç bir delikanlı. Adı Nate’ti; fakat o kadar uzun süredir kuşlarla uğraşıyordu ki hiç kimse ona Tüyler’den başka bir isimle hitap etmiyordu. Ve bir prensesin yanında ona hizmet edecek kadınların da bulunması gerektiğinden eşlikçilerinin arasında sevimli Jayne Ladybright ve vahşi görünümlü Elia Kum, on dört yaşında bir genç kız, da vardı.
Kuzeybatı’dan giderek kuzeye -kurak toprakları, kupkuru kalmış ovaları ve solgun kumları aşarak, onları Dorne denizinden karşıya geçirecek geminin beklediği Toland Hanesi’nin kalesi Hayalet Tepesi’ne doğru yola koyulmuşlardı. “Ne zaman yeni haberler alırsanız bir kuzgun yollayın,” demişti ona Prens Doran, “Ama sadece doğruluğundan emin olduklarınızı rapor edin. Burada, sisin içinde kaybolduk. Etrafımız dedikodularla, yalanlarla ve gezginlerin hikâyeleriyle kuşatılmış. Neler olup bittiğini kesin olarak bilmeden harekete geçmeyi göze alamam.”
Savaşılıyor, diye düşündü Arianne, ve bu sefer Dorne ondan kaçınamayacak. Ellaria Sand Prens Doran’ın huzurundan ayrılmadan önce, “Yıkım ve ölüm geliyor,” diyerek uyarmıştı onları. “Küçük yılanlarımın dağılma zamanı geldi. Bu kan gölünden kurtulma şansları daha yüksek olur.” Ellaria babasının Cehennemyuvası’ndaki makamına geri dönüyordu. Onunla beraber, daha yeni yedi yaşına basmış kızı Loreza da gitmişti. Dorea, oradaki yüz çocuktan biri olarak Su Bahçeleri’nde kaldı. Obella, kale kumandanı Manfrey Martell’in karısına saki olarak hizmet etmesi için Güneşmızrağı’na gönderilmişti.
Ve Elia Kum, Prens Oberyn’in Ellaria’dan olan kızlarının en büyüğü, Arianne ile birlikte Dorne Denizi’ni geçecekti. “Bir leydi olarak, bir mızrak olarak değil.”, demişti kızın annesi kesin bir şekilde; ama diğer Kum Yılanları gibi Elia da aklının estiğince hareket ederdi.
Çölü, üç kere atlarını değiştirmek için mola vererek, iki uzun gündüzü ve iki gecenin önemli bir bölümünü alan zamanda geçmişlerdi. Çok fazla yabancıyla etrafı çevrili Arianne için yalnız geçen zamanlardı. Elia onun kuzeniydi, ama çocuk sayılırdı ve Daemon Kum… Tanrılütfu’nun Piçi ve Arianne arasındaki ilişki, babası adamı evlenmeleri için reddettiğinden beri hiçbir zaman eski haline dönmemişti. O zamanlar bir çocuktu ve gayrimeşru doğumluydu. Dorne Prensesi için uygun bir eş değildi. Adamın bunu daha iyi bilmesi gerekiyordu. Ve bu babamın kararıydı, benim değil. Eşlikçilerinden geri kalanlarınıysa neredeyse hiç tanımıyordu.
Arianne arkadaşlarını özlüyordu. Drey ve Garin ve Arianne’in tatlı Benekli Sylva’sı onun çocukluğundan beri bir parçası olmuştu. Onun hayallerini ve sırlarını paylaşan, üzgün olduğunda onu neşelendiren, korkularıyla yüzleşmesine yardımcı olan güvenilir sırdaşlar. İçlerinden biri ona ihanet etmişti; fakat o hepsini de aynı derecede özlüyordu. Olanlar benim suçumdu. Arianne onları babasının elindeki kartları dökme amacı güden bir isyan girişimi olarak, Myrcella Baratheon’ın kaçırılması ve kraliçe olarak taç giydirilmesini oyununa ortak etmiş; ama çenesi düşük birisi bu planlarını mahvetmişti. Beceriksiz komplo girişimi, zavallı Myrcella’nın yüzünün bir kısmına ve Sör Arys Meşeyürek’in canına mal olması haricinde hiçbir şey kazandırmamıştı.
Arianne Sör Arys’i de özlüyordu. Tahmin edebileceğinden daha da fazla. Beni delicesine sevdi, dedi kendi kendine, ama ben hiçbir zaman ona meyilli olmaktan fazlasını hissetmedim. Ondan yatağımda ve kurduğum komploda faydalandım. Ondan aşkını aldım, onurunu aldım ve bedenimden başka hiçbir şey vermedim. Nihayetinde, yaptıklarımızla beraber yaşayamazdı. Yoksa beyaz şövalyesi neden kendini Areo Hotah’ın baltasının önüne atıp bu şekilde ölecekti ki? Taht oyunlarını zar atan bir ayyaş gibi oynayan aptal bir kız çocuğuydum.
Aptallığının maliyeti ona pahalıya patlamıştı. Drey dünyanın bir ucundaki Norvos’a gönderilmiş, Garin iki yıllığına Tyrosh’a sürülmüş, Arianne’in aptalca tebessümlü tatlı Slyva’sı dedesi olacak yaştaki Eldon Estermont’la evlendirilmişti. Sör Arys bedeli kanıyla, Myrcella bir kulakla ödemişti.
Sadece Sör Gerold Dayne başına bir şey gelmeden kaçabilmişti. Karayıldız. Eğer Myrcella’nın atı son anda ürkmeseydi, adamın kılıcı kızı göğsünden beline kadar biçerdi. Bunun yerine sadece bir kulağını götürmüştü. Dayne, Arianne’in işlediğinden en çok pişmanlık duyduğu, en acı günahıydı. Kılıcının tek bir darbesiyle, eline yüzüne bulaştırdığı entrikasını pis ve kanlı bir şeye çevirmişti. Eğer Tanrılar adaletliyse Obara Kum şimdiye kadar adamı kendi dağ sığınağında, bir ağaçta sallandırmış ve işini bitirmiş olurdu.
Kamp yapmak için durdukları ilk gecede bu kadarını Daemon Kum’a da söylemişti. “Ne için dua ettiğinize dikkat edin prenses.” diye cevapladı adam. “Karayıldız da Lady Obara’nın işini aynı kolaylıkla bitirebilir.”
“Yanında Areo Hotah var.” Prens Doran’ın kişisel muhafızlarının komutanı, Sör Arys Meşeyürek’i, Kralmuhafızları’nın diyardaki en iyi şövalyeler olarak farz edilmelerine rağmen tek bir hamleyle mezara göndermişti. “Hiçbir adam Hotah’a karşı duramaz.”
“Karayıldız’ın olduğu bu mu? Bir adam?” Sör Daemon yüzünü buruşturdu. “Bir adam, onun Prenses Myrcella’ya yaptıklarını yapmazdı. Sör Gerold, amcanızın olduğundan daha da yılandı. Prens Oberyn onun bir zehir olduğunu görebiliyordu; birden fazla kez bunu söyledi. Onu öldürmeye zaman bulamaması yazık oldu.”
Zehir, diye düşündü Arianne. Evet. Tatlı bir zehir ama. Onu da böyle kandırmıştı. Gerold Dayne sert ve zalimdi; fakat bakması o kadar güzeldi ki, prenses adam hakkında anlatılan hikâyelerin yarısına bile inanmamıştı. Güzel delikanlılar her zaman onun zayıflığı olmuştu; özellikle de karanlık ve ayrıca tehlikeli olanları. Bu öncedendi. Sadece bir kız çocuğu olduğum zamanlarda, dedi kendi kendine. Şimdi bir kadınım. Babamın kızı. O dersi aldım.
Günün ağarmasıyla yeniden yola koyulmuşlardı. Elia Kum yolculuklarına önderlik etti. Siyah örgüsü, kız çatlamış kuru düzlükleri hızla geçerken ve tepelere tırmanırken arkasında dalgalanıyordu. Atlara hasta oluyordu ki -annesinin ümitsiz çabalarına rağmen- sık sık at gibi kokmasının sebebi de bu olabilirdi. Bazen Arianne Ellaria’ya acıyordu. Hepsi de babasının kızı olan dört kız çocuğu.
Grubun geri kalanı daha sakin bir tempo tutturmuştu. Prenses kendini, ikisi de daha gençken sonu genellikle kucaklaşmalarla biten diğer at gezilerini hatırlayarak, Sör Daemon’un yanında at sürerken buldu. Kendini eyerindeki uzun ve yiğit adamla bakışırlarken bulduğunda Arianne kendinin Dorne’un veliahttı olduğunu ve adamın da onun korumasından başka bir şey olmadığını kendine hatırlattı. “Bana bu Jon Connington hakkında ne bildiğini anlat,” diye buyurdu.
“O ölü,” dedi Daemon Kum. “İhtilaflı Topraklar’da öldü. İçkiden olmuş diye söylendiğini duydum.”
“Yani ölü bir ayyaş bu orduya önderlik ediyor, öyle mi?”
“Belki de bu Jon Connington, onun çocuklarından biridir. Ya da ölü bir adamın ismini alan akıllı bir paralı asker.”
“Ya da hiç ölmemiştir.” Acaba Connington bunca yıldır ölüymüş gibi mi göstermişti kendini? Bu, babasına layık bir sabır örneği gerektirirdi. Düşünce Arianne’i rahatsız ediyordu. Bu kadar kurnaz bir adamla uğraşmak tehlikeli olabilirdi. “Nasıl bir adamdı o, şeyden önce… Ölmeden önce?”
“Sürgüne gönderildiğinde Tanrılütfu’nda bir çocuktum. Adamı hiç tanımadım.”
“O zaman bana adam hakkında diğer insanlardan duyduklarını söyle.”
“Prensesimin buyurduğu gibi olsun. Connington, Grifon Tüneği hala elde tutmaya değer bir lordlukken Grifon Tüneği’nin lorduydu. Prens Rhaegar’ın silahtarı veya onlardan biri diyelim. Daha sonra da Prens Rhaegar’ın dostu ve yoldaşı. Deli Kral, Robert’ın Başkaldırısı sırasında onu El olarak atadı, ama Çanlar Savaşı sırasında *Stoney Sept’te yenilgiye uğradı ve Robert oradan sıvışıp kaçtı. Kral Aerys hiddetlenmişti ve Connington’ı sürgüne yolladı. Adam da orada öldü.”
“Ya da ölmedi.” Prens Doran ona her şeyi anlatmıştı. Daha fazlası da olmalıydı. “Bu sadece onun yaptıkları. Hepsini biliyorum. Nasıl bir adamdı? Dürüt ve onurlu, rüşvetçi ve açgözlü, gururlu?”
“Gururlu, ona şüphe yok. Hatta kendini beğenmişlik derecesinde gururlu. Rhaegar’a sadık bir arkadaş, ama diğer insanlara karşı asabi. Robert onun lorduydu; ancak duyduğuma göre Connington böyle bir lorda hizmet etmekten çok rahatsızlık duyuyormuş. O zamanlar bile Robert şaraba ve fahişelere düşkünlüğüyle meşhurdu.”
“Lord Jon’un hayatında fahişelere yer yok o zaman?”
“Bunu söyleyemem. Bazı adamlar fahişelerle olan ilişkilerini gizli tutarlar.”
“Bir karısı var mıydı? Bir aşığı?”
Sör Daemon omuzlarını silkti. “Duyduğum bir tane yok.”
Bu durum da rahatsız ediciydi. Sör Arys Meşeyürek onun için yeminlerini bozmuştu, fakat Jon Connington benzer şekilde aklı çelinebilecek biri gibi görünmüyordu. Sadece kelimelerle böyle bir adama karşı üstünlük sağlayabilir miyim?
Prenses yolun kalanı boyunca bu yolculuğun sonunda neyle karşılaşacağını düşünerek sessizliğe büründü. Kamp yaptıkları o gece, Jayne Ladybright ve Elia Kum’la paylaştığı çadırına sokuldu ve kol yeninde sakladığı kâğıt parçasını üzerinde yazanları yeniden okumak için çıkardı.
Martell Hanedanlığı’ndan Prens Doran’a, Beni hatırlıyorsunuzdur, umarım. Kız kardeşinizi iyi tanırdım ve kayınbiraderinizin sadık bir hizmetkarıydım. Onlar için sizler kadar çok yas tutuyorum. Ben ölmedim, kız kardeşinizin çocuğuna olandan daha fazla değil. Hayatını kurtarmak için onu bunca zaman saklı tuttuk ama saklanma zamanı artık sona erdi. Bir Ejderha doğuştan gelen hakkını talep etmek, babasının ve annesi Prenses Elia’nın öcünü almak için Westeros’a geri döndü. Onun adına Dorne’a yöneldim. Bizi yüzüstü bırakmayın.
Jon Connington
Grifon Tüneği’nin Lordu
Gerçek Kral’ın Eli
Arianne mektubu üç kere okudu ve sonra katlayıp kol yenindeki yerine geri yerleştirdi. Bir Ejderha Westeros’a geri döndü; ama babamın beklediği değil. Gelen haberlerin hiçbirinde Daenerys Fırtındoğan’a dair bir iz yoktu… ya da ejderha kraliçeyi bulması için gönderilen Arianne’in kardeşi Prens Quentyn’e dair. Prenses boğuk ve alçak sesiyle planını ona anlatırken, babasının oniks cyvasse taşını avucuna nasıl da bastırdığını hatırladı. Sonunda ne olacağı belli olmayan uzun ve tehlikeli bir yolculuk, demişti. Bizlere gönlümüzün isteğini getirmeye gitti. Öç. Adalet. Ateş ve Kan.
Jon Connigton’ın (tabii adam iddia ettiği kişiyse) önerdiği de ateş ve kandı. Ya da öyle miydi? “Paralı askerlerle beraber geldi, ama yanlarında ejderhalar yok,” demişti Prens Doran kuzgunun geldiği gün. “Altın Birlik, özgür birliklerden en iyi ve en büyük olanı; ancak on bin paralı asker Yedi Krallık’ı ele geçirmeyi ümit edemez. Elia’nın oğlu… Eğer kız kardeşimin bir parçası kurtulabildiyse sevinçten ağlarım, fakat bu gelenin gerçekten de Aegon olduğuna dair ne kanıtımız var?”. Bunu söylerken sesi çatlamıştı. “Ejderhalar nerede?” diye sordu. “Daenerys nerede?” Ve Arianne biliyordu ki babası aslında, “Oğlum nerede?” diyordu.
İki büyük Dorni ordusu Kemikyolu ve Prens Geçidi’nde toplanmıştı ve orada mızraklarını bileyerek, zırhlarını cilalayarak, zar atarak, içerek, ağız dalaşına girerek oturuyor; sayıları gittikçe azalırken bekliyor, bekliyor, Prens Doran’ın onları Martell Hanedanlığı’nın düşmanları üzerine salmasını bekliyorlardı. Ejderhaları bekliyorlar. Ateş ve kanı. Beni. Arianne’in ağzından çıkacak tek bir kelime ve o ordular harekete geçecekti… o kelime ejderha olduğu sürece. Bunun yerine, gönderdiği sözcük savaş olursa Lord Yronwood, Lord Fowler ve orduları yerlerinde kalacaktı. Prens Doran incelikle iş çeviren biri değilse neydi acaba? Savaş burada, bekle demekti.
Üçüncü günün kuşluk vaktinde Hayalet Tepesi önlerinde belirdi. Tebeşir beyazı duvarları Dorne Denizi’nin derin mavisinin üzerinde parlıyordu. Hisarın köşelerindeki kare kulelerde Tolan Hanesi’nin sancakları, altın rengi arka plan üzerine kendi kuyruğunu ısıran yeşil ejderha, dalgalanıyordu. Martell Hanedanlığı’nın güneş ve mızrağı -altın rengi ve turuncu, sanki meydan okur gibi- merkezdeki büyük kalenin tepesindeydi.
Kuzgunlar, Leydi Toland’ı gelişlerinden haberdar etmek için önden yollanmıştı. Bu yüzden hisar kapıları açıktı ve Nymella’nın en büyük kızı yanında kâhyasıyla beraber onları tepenin alçaklarında karşılamak için at sürüyordu. Uzun ve haşin görünümlü, omuzlarına dökülen alev gibi parlak kızıl saçlarıyla Valena Toland Arianne’i, “Sonunda geldiniz ha, öyle mi? O atlar ne kadar yavaşmış öyle?” diye bağırarak karşıladı.
“Sizinkileri hisar kapılarına giderken geride bırakmaya yetecek kadar hızlı.”
“Göreceğiz.” Valena atını etrafında döndürdü ve topuklarını atın böğrüne bastırdı, ve tepenin alçaklarındaki köyün, önlerinde tavukların ve köylülerin etrafa kaçıştıkları tozlu sokaklarında yarışları başlamıştı. Arianne kısrağını dörtnala koşturabildiğinde üç boy gerideydi. Fakat yamacın yarısına kadarını tırmandıklarında farkı bir boya indirmişti. Hisar kapısındaki nöbetçi kulübesine doğru gümbür gümbür giderlerken yan yanaydılar; ama kapılara varmalarına dört-beş metre kala siyah kısrağıyla Elia Kum, arkasında kumdan bulutlar bırakarak yanlarından uçar gibi geçti.
Avluda “Yarı at falan mısın çocuk?” diye sordu Valena gülerek. “Prenses, yanında kız bir seyis mi getirdin?”
O kıza bu lakabı takan her kimse hesap vermesi gereken çok şey var. Ama Arianne’in hoşuna gitse de gitmese de kıza bu ismi amcası Oberyn vermişti ve Kızıl Yılan kendinden başka kimseye hesap vermezdi.
“Kız bir atlı mızrak dövüşçüsü,” dedi Valena. “Evet, seni duymuştum. Avluya birinci sırada geldiğinden dolayı atları sulama ve yularlama onurunu sen kazandın.”
“Ve ondan sonra da hamamı bul,” dedi Prenses Arianne. Elia saçından topuklarına kadar kirece ve toza bulanmıştı.
Arianne ve şövalyeleri o gece, kalenin büyük salonunda Leydi Nymella ve kızlarıyla akşam yemeklerini yediler. Teora, kızlardan küçük olanı, kardeşi gibi kızıl saçlıydı; fakat geriye kalan diğer özellikleri daha farklı olamazdı. Kısa, tombul ve o kadar utangaçtı ki kızı dilsiz sanabilirdiniz. Baharatlı dana etine ve ballı ördeğe masadaki yakışıklı şövalyelerden daha fazla ilgi gösteriyordu ve Toland Hanesi adına konuşmayı leydi annesi ve kız kardeşine bırakma konusunda memnun görünüyordu.
Uşağı şarapları doldururken “Sizin Güneşmızrağı’nda duyduğunuz haberlerin aynısını biz de burada duyduk,” dedi Leydi Nymella onlara. “Hiddet Burnu’nda karaya çıkan paralı askerler, kuşatma altındaki ya da çoktan fethedilmiş kaleler, el konulan ya da yakılan hasatlar. Bu adamların nereden geldiğinden ve kim olduklarındansa kimse emin değil.”
“Korsanlar ve maceracılar diye duyduk en başta,” dedi Valena. “Sonra, gelenler Altın Birlik olmalıymış. Şimdi de Jon Connington, Deli Kral’ın Eli, doğuştan gelen hakkını talep etmek için mezarından geri döndü diyorlar. Gelenler her kimse, Grifon Tüneği onların önünde düştü. Yağmur Evi, Karga Yuvası, Siskorusu, hatta adasının üzerindeki Yeşiltaş bile. Hepsi fethedildi.”
Arianne’in düşünceleri birden tatlı Benekli Slyva’sına gitti. “Yeşiltaş’ı kim ister ki? Savaş olmuş mu orada?”
“Duyduğumuz kadarıyla olmamış, ama tüm hikâyeler çarpık.”
“Tarth da düşmüş. Bazı balıkçılar anlatacaktır,” dedi Valena. “Bu paralı askerler Hiddet Burnu’nun büyük bir kısmını ve Köprütaşları’nın yarısını ellerinde tutuyorlar. Yağmurkorusu’nda filler olduğundan bahsedildiğini duyduk.”
“Filler?” Arianne bunun hakkında ne düşüneceğini bilemedi. “Emin misiniz? Ejderhalar değil mi?”
Leydi Nymella kelimenin üstüne bastırarak “Filler,” dedi.
“Ve hasarlı gemilere denizin diplerini boylatan, Kırık Kol açıklarındaki krakenler,” dedi Valena. “Üstadımızın[1] söylediğine göre kan onları su yüzeyine çekiyormuş. Denizde cesetler var. Az bir kısmı da kıyılarımıza vurdu. Ve bunlar söyleyeceklerimin daha yarısı bile değil. Yeni bir korsan kralı İşkenceci Derinlikleri’ne yerleşmiş. Kendine Denizlerin Efendisi diyormuş. Bunun gerçek savaş gemileri var; üç güverteli, devasa savaş gemileri. Deniz yoluyla gelmemekle akıllılık ettiniz. Redwyne donanması Köprü Taşları’ndan geçtiği için o sular Tarth açıklarından Gemikıran Körfezi’ne kadar yabancı denizci bayraklarıyla kaynıyor. Myrliler, Volantiniler, Lyseniler, hatta Demir Adalar’dan gelen yağmacılar. Bazıları Hiddet Burnu’nun güneyine adam indirmek için Dorne Denizi’ne girmiş. Sizler için, babanızın emrettiği gibi, iyi ve hızlı bir gemi bulduk; ama yine de… dikkatli olun.”
Haberler doğru o zaman. Arianne kardeşi hakkında bir şeyler sormak istedi, fakat babası onu sözlerine dikkat etmesi konusunda tembihlemişti. Eğer bu gemiler Quentyn’i ve onun ejderha kraliçesini getirmemişse ondan bahsetmemesi en iyisiydi. Sadece babası ve onun en güvenilir adamları kardeşinin Köle Tüccarı Körfezi’ndeki görevini biliyordu. Leydi Toland ve kızları o insanlar arasında değildi. Eğer gelen Quentyn olsaydı, Daenerys’i Dorne’a getirirdi kuşkusuz. Hiddet Burnu’nda inip neden kendini fırtınalordlarının içinde riske atacaktı ki?
“Dorne tehlikede mi?” diye sordu Leydi Nymella. “İtiraf etmeliyim ki ne zaman yabancı bir denizci bayrağı görsem, yüreğim ağzıma geliyor. Ya bu gemiler yönünü güneye çevirirse? Toland’ın gücünün büyük kısmı Lord Yronwood’la beraber Kemikyolu’nda. Eğer bu yabancılar kıyılarımıza ayak basarsa Hayalet Tepesi’ni kim savunacak? Adamlarımı geri mi çağırmalıyım?”
“Askerlerinize şimdiki yerlerinde ihtiyaç var leydim,” diye kadını temin etti Daemon Kum. Arianne, adamın sözlerini başıyla onaylamakta hızlı davrandı. Bundan başka verilecek herhangi bir rehberlik, her adamın gelip gelmeyeceği belli olmayan düşmanlarına karşı kendi evini korumaya koşmasıyla Lord Yronwood’un birliğinin eski bir duvar halısı gibi çözülüp gitmesine neden olabilirdi. “Bu gelenlerin dost ya da düşman olduklarından şüphe götürmez bir şekilde emin olduğumuz zaman babam ne yapılacağını bilecektir.” dedi prenses.
İşte ondan sonra solgun, tombul Teora gözlerini tabağındaki kremalı pastalardan kaldırdı. “Onlar ejderhalar.”
“Ejderhalar?” dedi annesi. “Teora, aptal olma.”
“Olmuyorum. Geliyorlar.”
Sesinde bir hor görme tınısıyla “Bunu nasıl bilebilirsin?” diye sordu kız kardeşi. “Senin şu önemsiz rüyalarından biri mi?”
Teora çenesi titreyerek belli belirsizce başını salladı. “Dans ediyorlardı. Rüyamda. Ve ejderhaların dans ettiği her yerde insanlar ölüyordu.”
“Yedi bizi korusun.” Leydi Nymella kızgınca nefes verdi.
“Üstat Toman’dan nefret ediyorum,” dedi Teora. Sonra da masadan ok gibi fırlayıp gitti. Annesini bu davranışı yüzünden onun için özürler dizmeye bırakmıştı.
“Ona karşı nazik olun leydim,” dedi Arianne. “Onun yaşlarındaki halimi hatırlıyorum. Babam artık benden umudunu kesmişti. Buna eminim.”
“Bunu doğrulayabilirim.” Sör Daemon şarabından bir yudum aldı ve ekledi. “Toland Hanesi’nin sancaklarında bir ejderha var.”
“Kendi kuyruğunu yiyen bir ejderha, evet,” dedi Valena. “Aegon’un Fethi’ndeki günlerden kalma. Burayı fethedememişti. Diğer yerlerde düşmanlarını kavurdu. O ve kardeşleri. Ama burada, geriye onlara kavuracak sadece taş ve kum bırakarak önlerinden uçup gittik. Ve ejderhalar yiyecek başka bir yemek isteğiyle kuyruklarını ısırmaya çalışarak kendi etraflarında döndü durdu. Ta ki düğümlenip kalana kadar.”
“Atalarımız o oyunda rollerini yerine getirdiler,” dedi Leydi Nymella gururla. “Gözüpek işler yapıldı ve cesur adamlar öldü. Bunların hepsi, bizlere hizmet eden üstatlar tarafından kaydedildi. Eğer prensesimiz daha fazlasını öğrenmek isterse kitaplarımız var.”
“Belki başka bir zaman,” dedi Arianne.
O gece Hayalet Tepesi uykuya daldığında, prenses soğuğa karşı başlıklı bir pelerin giydi ve kafasını dağıtmak için kale siperlerinde yürüdü. Daemon Kum onu, duvara yaslanıp ayın üzerinde dans ettiği denizi seyrederken buldu. “Prenses,” dedi, “yatağınızda olmanız gerekiyordu.”
“Aynısını senin için de söyleyebilirim.” Arianne adamın yüzüne bakmak için döndü. Güzel bir surat, diye karar verdi. Bir zamanlar tanıdığım çocuk yakışıklı bir adam olmuş. Gözleri bir çöl göğü kadar mavi, saçları henüz aştıkları çölün kumları kadar açık kahverengiydi. Kısa kesilmiş sakalı güçlü bir çene hattını takip ediyordu; ama güldüğünde gamzelerini saklayabiliyor sayılmazdı. Gülümsemesini hep sevmiştim.
Tanrılütfu’nun Piçi aynı zamanda, Prens Oberyn’in silahtarlığını yapmış ve şövalyelik unvanını bizzat Kızıl Yılan’dan almış birinden beklenebileceği gibi, Dorne’un en iyi kılıçlarından biriydi. Bazıları amcasının sevgilisi olduğunu da söylüyordu. Yüzüne karşı söyledikleri nadirdi ama. Arianne bunun doğruluğunu bilmiyordu. Bir zamanlar kendisinin sevgilisiydi ama. On dördündeyken ona bekâretini vermişti. O zamanlar Daemon da pek büyük değildi, bu yüzden sevişmeleri ateşli oldukları kadar da acemiceydi. Yine de zevkli olmuştu.
Arianne ona en baştan çıkarıcı gülümsemesini bahşetti. “Aynı yatağı paylaşabiliriz.”
Sör Daemon’un suratı taş gibiydi. “Unuttunuz mu, prenses? Gayrimeşru doğumluyum.” Arianne’in ellerini ellerine aldı. “Eğer bu ele layık değilsem, orana nasıl layık olabilirim?”
Arianne ellerini hızlıca adamınkilerden kurtardı. “Bu söylediklerin için bir tokadı hak ettin.”
“Yüzüm sizindir. Gönlünüzün istediğini yapın.”
“Benim istediğimi sen istemeyeceksin belli ki. Öyle olsun. Bunun yerine benimle konuş o zaman. Gelen gerçekten Prens Aegon olabilir mi?”
“Gregor Clegane, Aegon’u Elia’nın kollarından çekip kopardı ve çocuğun kafasını duvara çaldı,” diye cevapladı Sör Daemon. “Eğer Lord Connington’ın prensinin paramparça bir kafatası varsa Aegon’un mezarından döndüğüne inanacağım. Öteki takdirde, hayır. Bu gelen sahte bir çocuk, ötesi değil. Destek kazanmak için yapılan bir paralı asker numarası.”
Babam da aynısından korkuyor. “Ama eğer öyle değilse… eğer bu gelen gerçekten Jon Connington’sa, eğer oğlan Rhaegar’ın çocuğuysa…”
“O olduğunu mu diliyorsunuz, yoksa olmadığını mı?”
“Ben… Elia’nın çocuğunun hala yaşadığını bilmek babama büyük mutluluk verecektir. Kız kardeşini çok severdi.”
Öyle, değil mi? “Elia öldüğünde yedi yaşındaydım. Hatırlayamayacak kadar küçük olduğum zamanlar, bir keresinde Rhaenys’i kucağıma aldığımı söylüyorlar. Aegon, gerçek de olsa sahte de, benim için yabancı biri gibi olacak.” Prenses duraksadı. “Rhaegar’ın kız kardeşini arıyorduk, oğlunu değil.” Onu Arianne’in koruması olarak seçtiğinde babası sırrını Sör Daemon’a da açmıştı. En azından onunla özgürce konuşabilirdi. “Dönenin Quentyn olmasını tercih ederdim.”
“Ya da öyle diyorsunuz,” dedi Daemon Kum. “İyi geceler, prenses.” Eğilerek selamladı ve onu orada ayakta dikilir vaziyette bıraktı.
Böyle diyerek ne demek istedi? Arianne adamın yürüyüp gitmesini izledi. Eğer kardeşimin geri dönmesini istemesem ne çeşit bir kız kardeş olurdum? Onca yıl, babasının Arianne’in yerine onu veliahdı ilan etmeye niyeti olduğundan dolayı Quentyn’e hınç beslemişti, bu doğruydu. Ama durumun sadece bir yanlış anlaşılma olduğu ortaya çıkmıştı. Dorne’un veliahdı kendisiydi ve babasının sözünü almıştı. Quentyn’in kendi ejderha kraliçesi olacaktı: Daenerys.
Güneşmızrağı’nda, Arianne’in atalarından biriyle evlenmek için Dorne’a gelen Prenses Daenerys’in bir portresi asılıydı. Daha küçük yaşlardayken Arianne ona bakarak saatler harcardı. Yalnızca, her gece tanrılara onu güzel yapması için dua eden, ergenliğin zirvesindeki tıknaz, tahta göğüslü bir kız çocuğu olduğu zamanlarda. Yüzyıl önce, Daenerys Targaryen Dorne’a barış yapmak için gelmişti. Şimdi bir başkası savaş başlatmak için geliyor ve kardeşim, onun kralı ve eşi olacak. Kral Quentyn. Neden kulağa bu kadar aptalca geliyordu?
Neredeyse Quentyn’in bir ejderhaya binmesi kadar aptalca. Kardeşi ağırbaşlı, iyi huylu, sorumluluk sahibi bir çocuktu, ama sıkıcı biriydi. Ve cazibesiz, aşırı cazibesizdi. Tanrılar Arianne’e olmak için dua ettiği güzelliği vermişlerdi, ancak Quentyn başka bir şey için dua etmiş olmalıydı. Kafası fazla büyüktü ve bir nevi kare sayılırdı; saçları kuru çamur rengiydi. Ayrıca omuzları da düşüktü ve bel kısmı çok kalındı. Babamıza çok benziyor.
“Kardeşimi seviyorum,” dedi Arianne, fakat sadece gökteki ay söylediklerini duyabilirdi. Aslında gerçeği söyleyecek olursa kardeşini çok az tanıyordu. Quentyn, Yronwood Evi’nden Lord Ormond Yronwood’un oğlu ve Lord Edgar’ın torunu Lord Anders, Kraliyetkanı, tarafından yetiştirilmişti. Gençliğinde, amcası Oberyn Edgar’la bir düello yapmış ve adama çürüyüp onu öldüren yarayı vermişti. Bu olaydan sonra insanlar amcasını ‘Kızıl Yılan’ diye çağırmaya başlamış ve kılıcındaki zehirden bahsetmişlerdi. Yronwoodlar gururlu ve güçlü, çok eskiye dayanan bir haneydi. Rhoynarlar gelmeden önce Dorne’un, hâkimiyet alanları Martell Hanedanlığı’nın topraklarını katlayan, yarısından fazlasının krallarıydılar. Arianne’in babası bir an önce davranmasaydı, kuşkusuz, Lord Edgar’ın ölümünü kan davası ve başkaldırı izleyecekti. Kızıl Yılan önce Eskişehir’e, ondan sonra da Dar Deniz’in karşı yakasındaki Lys’e gönderildi. Tabii kimse buna sürgün demeye cüret edememişti. Ve vakti geldiğinde, bir güven göstergesi olarak, Quentyn yetiştirilmesi için Lord Anders’e gönderilmişti. Bu, Güneşmızrağı ve Yronwoodlar arasındaki yaraların iyileşmesine yardımcı olmuştu, ama Quentyn ve Kum Yılanları arasında yenilerini açmıştı… ve Arianne her zaman, kuzenlerine uzaklardaki kardeşinden daha yakın olmuştu.
“Yine de aynı kanı taşıyoruz,” diye fısıldadı. “Elbette ki kardeşimin eve dönmesini isterim. İsterim.” Denizden gelen rüzgâr kolu boyunca tüm tüylerini diken diken ediyordu. Arianne pelerinine sarındı ve yatacağı yeri aramaya gitti.
Gemilerinin adı Peregrine‘di. Sabah sular çekilmişken yola çıktılar. Tanrılar onlara karşı insaflıydı, deniz sakindi. İyi rüzgârlara rağmen denizi geçmeleri bir gece ve bir gündüz aldı. Jayne Ladybright’ı deniz tutmuştu ve zamanının çoğunu kusarak geçirmişti. Bu durum Elia Sand’in komiğine gitmiş gibi görünüyordu. “Birilerinin şu çocuğun kıçını şaplaklaması gerek,” derken duyulmuştu Joss Hood… ve Elia da onu duyanlar arasındaydı.
Kendini beğenmiş bir şekilde “Neredeyse kadın oldum sayılır, sör,” diye adama cevap verdi Elia. “Kıçımı şaplaklamana izin vereceğim gerçi… fakat önce at üstünde mızrak dövüştürmemiz ve beni atımdan düşürmeniz gerekecek.”
“Bir gemideyiz ve atımız yok.” diyerek cevapladı Joss.
Arkadaşından çok daha ciddi ve terbiyeli bir genç olan Sör Geribald Shells, “Ve leydiler atla mızrak dövüştürmez,” diye ısrar etti.
“Ben dövüştürürüm. Ben Leydi Mızrak’ım.”
Arianne yeterince dinlemişti. “Bir mızrak olabilirsin, ama bir leydi değilsin. Aşağıya git ve karaya çıkana kadar da orada kal.”
Bunun haricinde, karşıya geçmeleri olaysız olmuştu. Gün batarken uzakta, kürekleri akşamüstü yıldızlarına karşı kalkıp inen bir kadırga görmüşlerdi; fakat onlardan uzaklaşıyordu ve kısa süre sonra ufukta küçüldü ve gözden kayboldu. Arianne, bir el Sör[2] Daemon’la bir el de Sör Garibald’la cyvasse oynadı ve nasıl olduysa ikisini de kaybetmeyi başardı. Sör Garibald yiğitçe oynadığını söyleyecek kadar nezaket göstermişti, ama Sör Daemon Arianne’le dalga geçti. “Ejderha’dan başka taşlarınız da var, prenses. Arada onları da oynatmayı dene.”
“Ejderhalar hoşuma gidiyor.” Adamın gülen yüzüne bir tane patlatmak istedi. Ya da onu öpmek istemişti belki. Adam yakışıklı olduğu kadar da kendini beğenmişti. Babam, Dorne’daki tüm şövalyeler içinde benim korumam olsun diye neden onu seçti? Mazimizi biliyor .“Bu sadece bir oyun. Bana Prens Viserys’ten bahset.”
“Dilenci Kral’dan mı?” Sör Daemon şaşırmış görünüyordu.
“Herkes Prens Rhaegar’ın yakışıklı olduğunu söylüyor. Viserys de yakışıklı mıydı?”
“Öyledir zannımca. Sonuçta Targaryen’di. Adamı hiç görmedim.”
Prens Doran’ın yıllar önce yaptığı gizli antlaşma Arianne’in Prens Viserys’le evlendirileceğini söylüyordu, Quentyn’in Daenerys’le evlendirileceğini değil. Bunların hepsi, Viserys Dothraki denizinde öldürüldüğünde mahvolmuştu. Bir tencere eriyik altınla taçlandırılmış. “Bir Dothraki Khal’ı tarafından öldürüldü,” dedi Arianne. “Ejderha Kraliçe’nin kendi kocası tarafından.”
“Ben de öyle duydum. Ne olmuş ki?”
“Sadece… Daenerys neden bunun olmasına izin verdi? Viserys onun kardeşiydi. Onun kanından geriye kalan tek kişi.”
“Dothrakiler vahşi bir halktır. Niye öldürdüklerini kim bilebilir ki? Belki de Viserys götünü yanlış eliyle silmiştir.”
Belki, diye düşündü Arianne, ya da Daenerys, abisi tahta çıkarıldığında ve onunla evlendirildiğinde hayatının geri kalanını bir çadırda uyuyarak ve at gibi kokarak geçirmeye mahkûm edileceğinin farkına varmıştır. “O, Deli Kral’ın kızı,” dedi prenses. “Nasıl bilebiliriz ki onun gibi ol–“
“Bilemeyiz,” dedi Sör Daemon. “Sadece ümit edebiliriz.”