Post by YeniAy_Ottoman on Jun 28, 2021 9:37:50 GMT
Çeviri FANTASTİK NEŞRİYAT sitesinden alınmıştır.
Kim olduğunu ve nerede olduğunu anlayamadan nefes nefese uyandı.
Burun deliklerini ağır bir kan kokusu kaplamıştı. Bu bir kâbus muydu yoksa? Yine kurt rüyası görmüştü. Çam ağaçlarıyla kaplı karanlık ormanda sürüsüyle birlikte bir avın kokusunu alıp onun peşine düşmüştü.
Loş bir ışık odayı doldurmuştu. Titreyerek yatağın üstüne oturdu ve elini kafasının üstünde gezdirdi. Kafasındaki küçük kıllar avucuna battı. Izembaro görmeden önce saçlarımı kazımalıyım. Merhamet. Benim adım Merhamet. Bu gece tecavüze uğrayacağım ve öldürüleceğim. Kızın gerçek adı Mercedene idi fakat herkes ona Merhamet diye seslenirdi.
Rüyaları haricinde.Kalbindeki ulumayı durdurmak için derin bir nefes aldı. Gördüğü rüyayı daha net hatırlamaya çalıştı ama çoğu çoktan yok olup gitmişti bile. Rüyasındaki kanı ve gökyüzündeki dolunayı hatırladı. Bir de koşarken onu izleyen bir ağaç vardı.
Sabah güneşi onu uyandırabilsin diye panjurlarını kapatmamıştı. Ancak dışarıda güneş ışığı yoktu. Sadece her yeri kaplayan sis perdesi vardı. Hava epey soğumuştu. Bu iyi bir şeydi çünkü diğer türlü uyanamayabilirdi. Bu, Merhamet’in tıpkı kendi tecavüzü sırasında uyuması gibi olurdu.
Bacaklarındaki tüyler titredi. Battaniyesi yılan gibi etrafına dolanmıştı. Kendini örtüden kurtarıp tahta zemine attı ve çıplak bir şekilde pencereye doğru ilerledi. Braavos sisin içinde kaybolmuştu. Aşağıdaki küçük kanalda akan yeşil suyu, yaşadığı yerin altındaki parke taşı kaplı sokağı ve yosun tutmuş köprünün iki kemerini görebildi. Kanalın karşı tarafındaki birkaç evin de belli belirsiz ışıkları görülebiliyordu. Ancak köprünün diğer ucu ve daha ilerisi sisin içinde yok olmuştu. Köprünün ortasındaki kemerin altında meydana çıkan kayığın hafifçe su sıçratmasını duydu. Merhamet, kayığın yılan şeklindeki kuyruğuna tutunup kürek çeken adama seslendi. “Saat kaç?”
Kayıkçı sesin kaynağını aramak için bakındı. “Titan’ın kükremesine göre dört.” Adamın sesi yeşil suların ve görünmeyen binaların üstünde yankılandı.
Henüz geç kalmamıştı ama oyalanmamalıydı. Merhamet, içten bir kızdı ve çok çalışkandı ama dakik biri değildi. Böyle içten ve çalışkan olması bu gece işine yaramazdı. Bu akşam Kapı’nın oraya Westeros’tan bir elçi gelecekti. Merhamet, onlara o tatlı gülümsemesi ile hizmet etse bile Izembaro mazeret dinleyecek havada olmayacaktı.
Dün gece uyumadan önce leğenini kanaldaki suyla doldurmuştu. Arkadaki su deposunda ısıtılan pis yağmur suyunu kullanmaktansa tuzlu suyla yıkanmayı tercih etmişti. Sertleşmiş elbiselerini suya batırdıktan sonra baştan aşağı yıkandı. Tek ayağının üstünde durarak nasırlı ayağını ovdu. Ardından jiletini buldu. Izembaro, peruğun kel kafaya daha rahat uyduğunu iddia ederdi.
Saçlarını kazıdı. İç çamaşırlarını ve biçimsiz, yünlü kahverengi elbisesini giydi. Çoraplarını eline aldığında bir tanesinin dikilmesi gerektiğini gördü. Şakşakçı’dan yardım isteyebilirdi; Çünkü kendi dikimi o kadar kötüydü ki elbiselerden sorumlu hizmetçi ona hep acırdı. Ya da elbise dolabından güzel bir çift çorap yürütebilirim. Bu riskli bir şeydi. Izembaro, oyuncuların onun elbiselerini giyip sokakta dolaşmalarından nefret ederdi. Wendeyne hariç. Izembaro’nun aletine muamele çektikten sonra istediği kıyafeti giyebilirdi. Merhamet o kadar aptal değildi. Zamanında Daena onu uyarmıştı. “Bu yola giren kızların sonu Gemi’de biter. Eğer para kesesi yeteri kadar doluysa sahnede görmek istediği her kızı alabilir. Bunu ekipteki herkes bilir.”
Eskimiş deriden yapılma pabuçları, tuz lekelerinden dolayı benek benekti ve uzun süredir giyilmekten dolayı çatlamıştı. Kendir ipinden yapılma kemeri maviydi. Kemerini beline dolayıp düğüm attı ve sağ kalçasına bıçağını, sol tarafına ise para kesesini astı. Son olarak da pelerinini omzunun üstüne attı. Bu gerçek bir oyuncu peleriniydi. Mor renkli yün pelerinin üstü kırmızı ipekten çizgilerle kaplıydı. Yağmurdan korunmak için başlığı ve üç gizli cebi vardı. Bu ceplerden birine para, diğerine demir bir anahtar ve sonuncusuna da bir bıçak saklamıştı. Gerçek bir bıçak. Belinde duran meyve bıçağı gibi değildi. Ancak bu kılıç, tıpkı diğer ceplerindeki şeyler gibi Merhamet’e ait değildi. Merhamet’e ait olan meyve bıçağıydı. Ondan beklenen meyve yemesi, gülmesi, şakalar yapması, çok çalışması ve ona söylenen sözleri yerine getirmesiydi.
“Merhamet, merhamet, merhamet.” Sokağa açılan tahta merdivenleri inerken şarkı söyledi. Merdivenin korkuluğu kıymıklarla kaplıydı ve basamakları çok dikti. Bina beş katlıydı ve zaten bu yüzden odasını bu kadar ucuza tutabilmişti. Hem bu yüzden hem de Merhamet’in gülümsemesi yüzünden. Kel ve sıska olabilirdi ama Merhamet’in tatlı bir gülümsemesi ve zarafeti vardı. Izembaro bile onun zarif olduğunu kabul etmişti. Kargalara göre Kapı’dan çok ta uzakta değildi ama yürüyen ve kanatları olmayan kızlar için yol daha uzundu. Braavos çok kıvrımlı bir şehirdi. Sokakları kıvrımlıydı, ara yolları daha da kıvrımlıydı. En kıvrımlı olan kısmı ise kanallarıydı. Genelde uzun yoldan gitmeyi tercih ederdi. Bu yol, Dış Liman boyunca uzanan Ragnar Yolu’ydu. Böylece denizi, gökyüzünü, karşıdaki Silahhane’yi, Büyük Deniz Kulağı’nı ve Sellagoro’nun Kalkanı’nın yamaçlarındaki çam ağaçlarını rahatça görebilirdi. Rıhtımdan geçerken denizciler ona selam verirlerdi. Siyah renkli balina avcıları Ibbenli’ler ve Westeros’lular gökelerin güvertelerinden seslenirlerdi. Merhamet ona söylenenleri anlamıyormuş gibi davranırdı ama aslında tüm söylenenleri anlardı. Bazen onlara gülümser ve yeterli paraları varsa onu Kapı’da bulabileceklerini söylerdi.
Bu uzun yoldan giderken üstüne taştan yüzler oyulmuş Köprü Gözleri’nin yanından da geçiyordu. Merhamet, buranın tepesindeyken kemerlerin arasından bakıp bütün şehri görürdü: Hakikat Salonu’nun yeşil bakır kubbesini, Mor Liman’dan ağaç gibi uzanan direkleri, Deniz Lordu Konak’ının tepesinde bulunan altın rengindeki yıldırımı… Hatta Titan’ın bronz omuzlarını ve ilerisindeki koyu yeşil suları bile. Güneş, sadece o vakit Braavos’un üstünde ışıldardı. Ancak sis yoğunsa oradayken de grilikten başka bir şey göremezdi. Merhamet bu yüzden bugünlük kısa yoldan gitmeyi tercih etti. Hem bu durum çatlamış pabuçlarının da işine gelirdi.
Sis dağılır gibi olup o geçerken tekrar etrafına toplanıyordu. Parke taşları ıslak ve kaygandı. Bir kedinin acı bir sesle miyavladığını duydu. Braavos kediler için çok uygun bir şehirdi ve şehrin her yerinde dolanırlardı, özellikle de geceleri. Sisin içindeyken bütün kediler gridir diye düşündü Merhamet. Sisin içindeyken bütün insanlar katildir.
Daha önce hiç bu kadar yoğun sisle karşılaşmamıştı. Daha büyük kanallardaki kayıkçılar birbirlerine çarpıyor, iki yanlarındaki binaların loş ışıkları bu siste işlerine yaramıyordu.
Merhamet, karşı yolda elinde fenerle yürüyen yaşlı bir adam gördü ve adamın elindeki ışığa gıpta etti. Etraf o kadar kasvetliydi ki adım attığı yeri bile zar zor görebiliyordu. Şehrin daha sıradan yerlerinde evler, dükkânlar, ambarlar bir araya toplanmış ve sarhoş âşıklar gibi birbirine dayanmışlardı. Bunların üst katları birbirine o kadar yakındı ki bir balkondan diğerine atlanabilirdi. Aşağısındaki sokaklar her ayak sesinin duyulabileceği karanlık tüneller haline gelmişti. Küçük kanallar ise daha da tehlikeliydi. Çünkü buraya yapılan evlerin çoğunun tuvaletleri suların üstünde kurulmuşlardı. Izembaro, Tacir’in Hüzünlü Kızı’ndaki Deniz Lordu’nun sözünden alıntı yapmayı çok severdi. “Kardeşlerinin taştan omuzlarında, dimdik ayakta duran son Titan hâlâ burada.” Merhamet ise Deniz Lordu sarı mor rengindeki yüzen eviyle geçerken şişman tacirin onun kafasına sıçtığı sahneyi eğlenceli bulurdu. Söylenene göre böyle bir şey sadece Braavos’ta olabilirdi ve yalnızca Braavos’ta hem Deniz Lordu hem de denizciler buna kahkahalarla gülebilirlerdi.
Kapı, Boğulmuş Kasaba’nın köşesine yakın bir yerde, Dış Liman ve Mor Liman’ın arasında bulunuyordu. Eskiden ambar olarak kullanılan yer yanmıştı ve her geçen yıl daha da suya batıyordu. Bu nedenle burasını tutmak ucuza gelmişti. Izembaro, zemini sularla kaplı ambarın tepesine kendi oyun salonunu kurmuştu. Oyuncularına Kubbe’nin ve Mavi Fener’in daha çok rağbet görebileceğini söylemişti ama limanın arasındayken asla denizcilerin ve fahişelerin eksikliğini çekmezlerdi. Gemi yakınımızda ve yirmi yıldır demir attığı rıhtıma hâlâ önemli bir kalabalık topluyor ama Kapı’nın da yıldızı parlayacak, demişti.
Zaman geçtikçe haklı olduğu anlaşıldı. Oraya yerleştiklerinde mekânları hızla gelişti. Kıyafetleri küflü ve kilerlerinde deniz yılanları vardı fakat izleyiciler çok olduğu sürece oyuncuların hiçbiri bunu dert etmedi.
Sondaki köprü halat ve nemli tahtalardan yapılmıştı ve bu sisin içinde hiçbir yere bağlanmıyormuş gibi görünüyordu. Etrafta sadece sis vardı. Merhamet ayaklarını tahta zemine vurarak hızla karşıya geçti. Sis, eski ve yırtık bir perde gibi önünde açıldığında karşısına oyun salonu çıktı. Kapılardan solgun sarı bir ışık dökülüyordu ve Merhamet içeriden gelen sesleri duyabiliyordu. Büyük Brusco, oynadıkları bu son oyunun adını girişin yanına boyayarak yazmıştı. Büyük ve kırmızı harflerle Zalim El yazıyordu. Ayrıca okuma bilmeyenler için zalim elin kanlı bir resmini de çizmişti. Merhamet resme bakmak için durdu. “Bu güzel bir el,” dedi.
“Başparmağı kıvrık olmuş,” Brusco hafifçe fırçasını oraya sürttü. “Oyuncular’ın Kral’ı seni arıyordu.”
“Hava çok karanlıktı. Uyumuşum.” Izembaro kendisini ilk defa Oyuncular’ın Kral’ı olarak adlandırdığında herkes bunun altında kötü bir anlam aramıştı. Kubbe ve Mavi Fener’deki rakiplerine karşı bir hareket olarak düşünmüşlerdi. Ancak son zamanlarda Izembaro bu unvanını fazla ciddiye almaya başlamıştı. “Sadece kral rolünü oynayacak,” demişti Marro gözlerini yuvarlayarak. “Oyunda kral olmazsa sahneye de çıkmayacak.”
Zalim El oyununda iki tane kral vardı. Biri şişman kral diğeri ise çocuk kraldı. Izembaro, şişman kralı oynuyordu. Pek fazla rolü yoktu ama ölürken güzel bir konuşma yapıyordu ve ölmeden önce dev gibi bir şeytani domuzla muhteşem bir mücadele veriyordu. Bu oyunu Phario Forel yazmıştı. Kendisi Braavos’un en gaddar yazarıydı.
Merhamet, ekip arkadaşlarını sahnenin arkasında buldu. Geç geldiğinin fark edilmemesini umarak Daena ve Şakşakçı’nın arkasına geçti. Izembaro bu yoğun sise rağmen Kapı’nın bu gece tıklım tıklım olacağını söyledi. “Westeros Kral’ı, Oyuncular’ın Kral’ına hürmetlerini sunmak için elçisini yolladı,” dedi ekibine. “Bu değerli dostumuzu hayal kırıklığına uğratmayacağız.”
“Biz mi?” diye sordu Şakşakçı. Oyuncuların bütün kıyafetlerini o yapardı. “Oyuncular’ın Kral’ından iki tane mi var artık?”
“İki kişi sayılabilecek kadar şişman,” diye fısıldadı Bobono. Her oyun ekibinin bir cücesi olurdu. Onların cücesi de Bobono’ydu. Merhamet’i gördüğünde kıza pis pis baktı. “Aha,” dedi. “İşte buradasın. Küçük kız tecavüze hazır mı?” Dudaklarını şaplattı.
Şakşakçı, cücenin kafasına vurdu. “Kapa çeneni.”
Oyuncuların Kral’ı bu küçük gürültüyü görmezden geldi. Konuşmasına devam edip ne derece görkemli olmak zorunda olduklarını anlattı. Bu akşam Westeros’lu elçinin dışında mevkisi güçlü insanlar ve meşhur fahişeler de orada olacaktı. Kapı’dan kötü bir izlenimle ayrılmalarını istemiyordu. “Beni hayal kırıklığına uğratanların sonu iyi olmaz,” dedi. Bu tehditteki alıntıyı Phario Forel’in ilk yazdığı oyun olan Ejderha Lordları’nın Öfkesi’nde geçen ve savaş öncesi konuşmayı yapan Prens Darin’den alıntılamıştı.
Izembaro nihayet konuşmasını sonlandırdığında oyuna bir saatten daha az bir süre kalmıştı. Oyuncuların hepsi telaşlanmış ve aksileşmişti. Kapı’nın her bir yanı Merhamet’e seslenen oyuncuların sesiyle çevrelendi.
Arkadaşı Daena “Merhamet,” diye kibar bir şekilde seslendi. “Leydi Stork yine elbisesinin kenarına basmış. Dikmeme yardım et lütfen.”
“Merhamet,” dedi Yabancı. “Şu lanet olası macunu getir. Boynuzum açılmış.”
“Merhamet,” diye gürledi Izembaro. “Tacıma ne yaptın evlat? Onsuz sahneye çıkamam. Tacım olmazsa kral olduğumu nasıl anlayacaklar?”
“Merhamet,” diye tiz bir sesle bağırdı Bobono. “Bağcıklarımda bir sorun var Merhamet. Aletim dışarı fırlayıp duruyor.”
Macunu getirip boynuzu Yabancı’nın alnına taktı. Izembaro’nun tacını da her zaman bıraktığı yerde yani tuvalette buldu. Tacı peruğa tutturmak için yardım etti. Şakşakçı ise düğün sahnesinde kraliçenin giyeceği altın sarısı ve kırmızı renkteki elbisesini dikecekti. Bu yüzden iğne iplik bulmaya gitti.
Ve bir de Bobono’nun fırlayan aleti vardı. Zaten tecavüz için fırlaması gerekiyordu. Merhamet düzeltmek için cücenin önünde eğildiğinde Ne kadar iğrenç bir şey diye düşündü. Cücenin aleti otuz santim uzunluğundaydı ve kolu kadar kalındı. En yüksek balkondan bile görülebilecek kadardı. Boyacı deriyle iyi iş çıkaramamıştı; pembe ve beyaz benekleri vardı ve ucu erik rengindeydi. Merhamet, Bobono’nun aletini pantolonuna geri itti ve bağcıkları bağladı. “Merhamet,” dedi, kız onu sıkıcı bağlarken. “Merhamet, Merhamet, bu gece odama gel ve erkeğin olayım.”
“Ben ağ kısmını düzeltmeye çalışırken bağcıklarını çözmeye devam edersen seni hadım ederim.”
“Biz birlikte olmak için yaratılmışız, Merhamet,” diye ısrar etti Bobono.
“Bak, boylarımız aynı.”
“Sadece ben diz çöktüğümde. Oyunda söyleyeceğin sözleri hatırlıyor musun?” Cücenin sahneye elinde kupayla birlikte Hükümdar’ın Acısı'na çıkıp Tacir’in Gürbüz Leydisi’nden sözler söylemesinin üstünden sadece on beş gün geçmişti. Bir daha böyle bir hata yaparsa Izembaro onun derisini canlı canlı yüzerdi. Oyunlar için cüce bulmanın ne kadar zor olduğuna da aldırmazdı.
“Bugün neyi oynuyoruz Merhamet?” diye sordu Bobono masumane bir şekilde.
Beni kızdırmaya çalışıyor, diye düşündü Merhamet. Bu gece sarhoş değil. Ne oynayacağımızı gayet iyi biliyor. “Westeros’tan gelen elçinin onuruna Phario’nun yeni oyunu Zalim El’i oynuyoruz.”
“Tamam şimdi hatırladım.” Bobono sesini alçatarak hırıldar gibi kötü bir tonda konuştu. “Yedi Yüzlü Tanrı beni kandırdı. Babam saf altından yapıldı. O altın kız ve erkek kardeşlerimi yaptı. Ben ise daha karanlık şeylerin ürünüyüm. Karşınızda kemiğin, kanın ve çamurun oluşturduğu bu çarpık beden var.” Sözünü söyledikten sonra elini kızın göğsüne atıp göğüs ucunu aradı. “Senin memelerin yok. Memeleri olmayan bir kıza nasıl tecavüz edebilirim?”
Cücenin burnunu başparmağının ve işaret parmağının arasına alıp kıvırdı. “Ellerini üstümden çekmezsen burnunu koparacağım.”
“Aaaaaa,” diye ciyakladı kızı bırakırken.
“Bir iki yıl içinde göğüslerim büyüyecek.” Merhamet cüceden daha uzun durmak için ayağa kalktı. “Ama senin başka bir burnun çıkmayacak. Bana bir daha dokunmadan önce bunu iyi düşün.”
Bobono burnunu ovdu. “Bu kadar utangaç olmana gerek yok. Çok geçmeden sana tecavüz etmiş olacağım.”
“İkinci sahneye kadar edemeyeceksin.”
“Hükümdar’ın Acısı’nda Wendeyne’e tecavüz ederken memelerini güzelce sıkabiliyorum,” diye yakındı cüce. “O bunu seviyor. İzlemeye gelenler de öyle. Seyircileri memnun etmelisin.”
Bu Izembaro’nun öğretmeyi sevdiği bir dersti. Seyirciyi memnun etmelisin. “Bahse girerim cücenin aletini koparıp kafasına vurarak dövmek de seyirciyi memnun eder,” diye yanıt verdi Merhamet. “Bu daha önce görmedikleri bir şey olur.” Onlara her zaman daha önce görmedikleri şeyler göster. Bu da Izembaro’nun verdiği derslerden biriydi. Bu Bobono’nun kolayca cevap veremeyeceği bir soruydu. “İşte, bitti,” dedi Merhamet. “Şimdi ihtiyaç duyulana kadar içeride kalabilir.”
Izembaro tekrar onu arıyordu. Bu sefer de mızrağını bulamamıştı. Merhamet mızrağı buldu, Büyük Brusco’nun domuz kostümü giymesine yardım etti ve sahte bıçakları kontrol edip gerçekleriyle değiştirilmediğinden emin oldu.(Birisi Kubbe’de bunu yapmış ve oyuncu bu yüzden ölmüştü.) Ardından Leydi Stork’a şarap doldurdu. Her oyundan önce biraz şarap içmekten hoşlanırdı. Etrafından gelen “Merhamet, Merhamet, Merhamet,” diye bağıran sesler kesildikten sonra içeriye bakmaya fırsatı oldu.
Oyunu sergileyecekleri alan daha önce hiç görmediği kadar doluydu. Gelenler şakalaşarak ve yiyip içerek çoktan eğlenmeye başlamışlardı bile. Alıcı bulduğunda tekerlek şeklindeki peyniri elleriyle kesip satan seyyar bir satıcı gözüne ilişti. Heybesine buruşmuş elmaları dolduran bir kadın da vardı. Elden ele geçen şaraplar, erkeklerle öpüşen kızlar ve kaval çalan birini gördü. Hüzünlü gözlere sahip Quill adında bir genç arka sıralara oturup kendi oyunları için ne çalabileceğini görmek için gelmişti. Büyücü Cossomo da oradaydı. Kolunda Mutlu Liman’daki tek gözlü fahişe Yna vardı. Ancak Merhamet bu ikisini tanıyor olamazdı. Onlar da Merhamet’i tanıyamazdı zaten. Daena, Kapı’nın her zamanki müdavimlerini görüp ona da gösterdi; Sıska suratı ve benekli mor saçlarıyla boyacı Dellono, üstü yağ kaplamış önlüğüyle gelen sosisçi Galeo, omzunda evcil faresiyle birlikte uzun Tomarro. “Umarım Tomarro o fareyi Galeo’ya göstermez,” dedi Daena. “Sosislerine koyduğu tek etin fare eti olduğunu duydum.” Merhamet elini ağzına götürüp güldü.
Balkonlar da tamamen doluydu. Birinci ve üçüncü kademeler tacirler, kaptanlar ve halktan önemli kişiler için ayrılmıştı. Kiralık katiller dördüncü ve daha yüksek katlarda duruyorlardı. Yukarılarda tam bir renk cümbüşü vardı. Aşağılara ise daha sönük renkler egemendi. İkinci balkon iki ayrı locaya bölünmüştü çünkü buraya gelen önemli insanların rahatı ve mahremiyeti düşünülüyordu. Böylece hem üstlerindeki hem de altlarındaki basitlikten güvenli bir şekilde ayrı tutulurlardı. Sahne en iyi buradan görülür ve onlara her türlü hizmeti yapıp yemek, şarap, yastık getiren hizmetçiler olurdu. Kapı’da ikinci balkonun yarısından fazlasının dolduğu pek görülmemişti; oyun izlemek isteyen bu tarz önemli şahsiyetler genelde Kubbe’ye ya da Mavi Fener’e giderlerdi. Oradaki ikramlar ve hizmet daha sağlamdı.
Bu gece ise durum farklıydı. Hiç şüphesiz Westeros’tan gelen elçi nedeniyle böyleydi. Locanın birinde Otharys’den gelen üç kişi vardı ve her birine bir fahişe eşlik ediyordu; Prestayn tek başına oturuyordu. Adam o kadar yaşlıydı ki oraya kadar gelip koltuğuna oturması mucizeydi; Torone ve Pranelis tatsız bir ittifakı paylaştıkları gibi aynı locayı da paylaşıyorlardı; Üçüncü Kılıç’a ise yarım düzine kadar arkadaşı eşlik ediyordu.
“Beş tane önemli şahsiyet(anahtar sahibi) saydım,” dedi Daena.
Merhamet kıkırdayarak “Bessaro o kadar şişman ki onu iki kişi olarak saymalısın,” dedi. Izembaro’nun büyük bir göbeği vardı ama Bessaro ile kıyaslanınca söğüt kadar ince sayılırdı. Adam o kadar yer kaplıyordu ki normal koltuğun üç katı büyüklüğünde özel bir koltuk getirilmişti.
“Reyaanlar’ın hepsi şişman,” dedi Daena. “Hepsinin gemileri kadar büyük göbekleri var. Sen babasını görmeliydin. Bu onun yanında küçük kalır. Bir keresinde Hakikat Salonu’na oy vermesi için çağırılmıştı. Yüzen eve adımını atar atmaz evi suya batırdı.” Merhamet’in dirseğini tuttu. “Bak, Deniz Lordu’nun locası.” Deniz Lordu daha önce Kapı’ya hiç gelmemişti ama Izembaro yine de bu locayı ona ayırmıştı. Oradaki en büyük ve gösterişli loca oydu. “Bu Westeros’lu elçi olmalı. Daha önce böyle giysiler giyen bir yaşlı adam görmüş müydün? Bak, Siyah İnci’yi de getirmiş!”
Elçi zayıf ve kel bir adamdı. Çenesinde bir tutam gri sakal vardı. Kadife pantolonu ve pelerini sarıydı. Yeleği o kadar parlak bir maviydi ki Merhamet’in gözlerini yaşarttı. Göğsünün üstündeki kalkanı sarı desenlerle süslenmişti. Kalkanında lacivert taşından mağrur duruşlu ve mavi renkte bir horoz vardı. Muhafızlarından biri oturmasına yardım etti. Diğer ikisi locanın arkasında bekledi.
Yanındaki kadının yaşı elçinin üçte biri bile olamazdı. Kadın o kadar güzeldi ki o geçerken ışıklar daha parlak yanıyor gibi göründü. Sarı renkteki dekolte elbisesi ipektendi ve kadının esmer cildine zıt duruyordu. Siyah saçları altın rengi fileyle bağlanmıştı. Altından ve oltu taşından kolyesi göğüslerine kadar iniyordu. Onu izlerlerken kadın eğilip elçinin kulağına adamın gülmesine neden olan bir şeyler fısıldadı. “Ona Esmer İnci demeliler,” dedi Merhamet. “Siyahtan ziyade esmer.”
“İlk Siyah İnci mürekkep kadar siyahmış,” diye yanıt verdi Daena. “Deniz Lordu’nun oğlunun Yaz Adaları’ndan bir prensesle yaptığı bu çocuk korsan bir kraliçeymiş. Sonra Westeros’un ejderha kralının sevgilisi olmuş.”
“Ejderha görmeyi çok isterdim,” dedi Merhamet istekli bir şekilde. “Elçinin göğsünde neden tavuk var?”
Daena kahkaha attı. “Bir şeyden de haberin olsun Merhamet. Bu onun arması. Gün Batımı Krallığındaki tüm lordların armaları vardır. Bazılarının çiçek, bazılarının balık, bazılarının ayı, geyik ve bunun gibi şeyler. Bak, elçinin muhafızlarının armaları aslan.”
Bu doğruydu. Orada dört tane muhafız bulunuyordu; zırhlarının içindeki uzun, ihtişamlı adamların bellerinde Westeros’a özgü uzun kılıçlar asılıydı. Kırmızı pelerinleri, altın rengi sarmallar ile çevrelenmişti. Her pelerinin omzuna kırmızı gözlü sarı aslanlar tutturulmuştu. Merhamet aslan şeklindeki gösterişli miğferlerin altındaki yüzlere baktığında midesinde bir şeyler kıpırdadı. Tanrılar bana bir armağan bahşetti. Parmakları sertçe Daena’nın kolunu kavradı. “Şu muhafıza bak. Siyah İnci’nin arkasında, locanın en sonunda duran.”
“Ne olmuş ona? Tanıyor musun yoksa?”
“Hayır.” Merhamet Braavos’ta doğmuş ve burada yetişmişti. Westeros’tan gelen birini nasıl tanıyabilirdi? Çabucak düşünmesi gerekti. “Sadece, şey… Sence de yakışıklı değil mi?” Öyleydi ama çekici olmasına rağmen kaba bir yapısı vardı.
Daena omuz silkti. “Çok yaşlı. Diğerleri kadar yaşlı olmayabilir ama otuz yaşlarında ve Westeros’lu. Onlar korkunç vahşilerdir Merhamet. Böyle birinden uzak durmalısın.”
“Uzak mı durayım?” Merhamet kıkırdadı. Zaten sürekli kıkırdayan bir kızdı. Merhamet böyle biriydi. “Hayır. Daha da yaklaşmalıyım.” Daena’yı kenara sıkıştırdı ve “Şakşakçı beni aramaya gelirse sözlerimi tekrar okumaya gittiğimi söyle,” dedi. Oyunda söylediği çok az söz vardı ve çoğu “Ah, hayır, hayır, hayır,” ve “Yapma, lütfen yapma, dokunma bana,” ve “Lütfen lo’dum, ben hâlâ bakireyim” gibi sözlerdi.” Ancak bu Izembaro’nun ona verdiği ilk sözlerdi ve zavallı Merhamet’ten tek beklenen bunu doğru yapmasıydı.
Yedi Krallık’ın elçisi muhafızlardan ikisini locanın içine, Siyah İnci ve kendisinin arkasına yerleştirmişti. Diğer ikisini ise başkalarının onları rahatsız etmeyeceğinden emin olmak için locanın dışına koymuştu. Merhamet, kararmış bir geçitten sessizce geçip arkalarına yaklaştığında muhafızlar kendi aralarında Westeros’un Ortak Dil’ini konuşuyorlardı. Bu, Merhamet’in bilmediği bir dildi.
Muhafızlardan birinin “Yedi Cehennem. Burası çok rutubetli,” dediğini duydu. “Kemiklerim bile üşüdü. Lanet olası portakal ağaçları nerede? Özgür Şehirler’de hep portakal ağaçları olduğunu duyardım. Limon, ıhlamur, nar. Acı biberler, sıcak geceler, karnı çıplak kızlar. Karnı çıplak kızlar nerede, ha?”
“Onlar aşağı taraflarda; Lys’de, Myr’da ve Volantis’te.”diye cevap verdi diğer muhafız. Diğeri daha yaşlı bir adamdı. Büyük bir göbeği ve kırlaşmış saçları vardı. “Aerys’in El’i olduğu zamanlar Lord Tywin ile birlikte Lys’e gitmiştim. Braavos, Kral’ın Şehri’nin üstünde kalıyor ahmak. Harita okumayı bilmiyor musun?”
“Burada ne kadar kalacağımızı düşünüyorsun?”
“Senin isteyeceğinden daha uzun bir süre,” diye cevap verdi yaşlı adam. “Altın olmadan geri dönerse kraliçe onun kellesini alır. Ayrıca onun karısını da gördüm. Casterly Kayası’nda karısının inip de aralarında sıkışmaktan korktuğu basamaklar var. O kadar şişman bir kadın yani. Yanında bu esmer kraliçe varken kim o kadına geri döner ki?”
Yakışıklı muhafız sırıttı. “Onu bizle paylaşacağını düşünmüyorsun değil mi?”
“Ne, delirdin mi sen? Bizim gibileri fark ettiğini mi sanıyorsun? Lanet herif yarımızın isimlerini bile bilmiyor. Belki de Clegane ile birlikteyken her şey daha farklıydı.”
“Sör, böyle oyunların ve süslü fahişelerin adamı değildi. Sör bir kadını istediğinde onu alır ve işi bittiğinde bazen bize de bırakırdı. Siyah İnci’nin tadına bakmakta benim için sakınca yok. Sence bacaklarının arası pembe midir?”
Merhamet daha fazlasını duymak istiyordu fakat zaman yoktu. Zalim El başlamak üzereydi ve Şakşakçı kıyafetler için yardım etmesi için onu arıyor olmalıydı. Izembaro, Oyuncular’ın Kral’ı olabilirdi ama herkes Şakşakçı’dan korkardı. Yakışıklı muhafızına daha sonra zaman ayıracaktı.
Zalim El oynanmaya başladı.
Cüce, tahta mezar taşının arkasında bir anda meydana çıkınca kalabalık tıslamaya ve lanetler yağdırmaya başladı. Bobono sahnenin önüne doğru paytak paytak yürüdü ve onlara pis bir gülümseme attı. ““Yedi Yüzlü Tanrı beni kandırdı. Babam saf altından yapıldı. O altın kız ve erkek kardeşlerimi yaptı. Ben ise daha karanlık şeylerin ürünüyüm. Karşınızda kemiğin, kanın ve çamurun oluşturduğu…”
Daha sonra cücenin arkasında Marro belirdi. Yabancı’nın siyah uzun cüppesinin içindeyken dehşetli görünüyordu. Yüzü de siyahtı, kanla parlamış dişleri ise kırmızıydı. Fil dişinden yapılma boynuzları yukarıya uzanıyordu. Bobono onu göremiyordu ama balkondakiler görebiliyordu. Ve artık bütün izleyenler görebiliyordu. Kapı’da ölüm sessizliği oluştu. Marro sessizce ileriye doğru hareket etti.
Merhamet de sessizce ilerliyordu. Tüm kostümler asılmıştı. Şakşakçı, Daena ile birlikte mahkeme sahnesinde giyilen elbiseyi dikmekle meşguldü. Merhamet’in yokluğu fark edilmemiş olmalıydı. Gölge kadar sessiz bir şekilde elçinin locasının bulunduğu yere geri döndü. Kararmış bir girintinin içinde taş kadar hareketsiz durdu. Bulunduğu yerde muhafızların yüzünü çok rahat bir şekilde görebiliyordu. Emin olmak için dikkatli bir şekilde inceledi. Onun için çok mu gencim? diye endişeye kapıldı. Çok mu gösterişsizim? Ya da çok mu sıskayım? Muhafızın, büyük göğüslü kızlardan hoşlanmayan bir erkek olmasını umdu. Bobono onun göğüsleri konusunda haklıydı. En iyisi onu kaldığım yere götürmek olur. Ama benimle gelir mi ki?
“Sence bu o mu?” dedi yakışıklı olan.
“Ne, Ötekiler aklını mı çaldı?”
“Neden olmasın? Bu da bir cüce, değil mi?”
“Dünya’da yaşayan tek cüce İblis değil.”
“Belki öyle ama şuna bir baksana. Herkes ne kadar zeki olduğundan bahsediyor. Belki de kız kardeşinin onu arayacağı son yer olarak kendini eğlendirdiği bu oyun salonunu düşünmüştür. Sırf kardeşinin burnu sürtünsün diye yapmış olabilir.”
“Sen aklını kaçırmışsın.”
“Pekala, belki oyun bittikten sonra onun peşine düşerim. Kendim için.” Muhafız, elini kılıcının kabzasına attı. “Haklı çıkarsam lord olurum, değilsem de öldürürüm gider. Altı üstü bir cüce.” Gürültülü bir şekilde kahkaha attı.
Bobono sahnede Marro’nun oynadığı Yabancı ile pazarlık yapıyordu. Böyle küçük bir adama göre gür bir sesi vardı ve onu en yukarılara kadar taşıdı. “Bana kupayı ver,” dedi Yabancı’ya. “Bitirinceye kadar içeceğim. Altın ve aslan kanı tadındaysa çok iyi. Kahraman olamayacağım için canavar olmama izin ver ve onlara sevgi yerine korkuyu öğreteyim.”
Merhamet son sözleri onunla birlikte söyledi. Cücenin sözleri onunkilerden daha iyi ve daha zekiceydi. Beni isteyecek ya da reddedecek, diye düşündü. O halde oyun başlasın. Çok yüzlü tanrıya sessizce dua ederek bulunduğu girintiden dışarı çıktı ve muhafızlara doğru ilerledi. Merhamet, Merhamet, Merhamet. “Lordlarım,” dedi. “Braavos dilini biliyor musunuz? Lütfen bildiğinizi söyleyin.”
İki muhafız birbirlerine baktılar. “Neler oluyor?” diye sordu yaşlı olan. “Bu da kim?”
“Oyunculardan biri,” dedi yakışıklı muhafız. Kaşının üstüne düşen saçını geriye itti ve gülümsedi. “Üzgünüm tatlım. Senin zırva dilini konuşmuyoruz.”
Hay lanet diye düşündü Merhamet. Sadece Ortak Dil’i konuşabiliyorlar. Bu hiç iyi değildi. Vazgeç ya da devam et. Ama vazgeçemezdi. Onu deli gibi istiyordu. “Sizin dilinizi çat pat konuşabiliyorum,” diye yalan söyledi. Merhamet bunu söylerken en tatlı gülümsemesini bahşetti. “Arkadaşlarım sizin Westeros lordları olduğunu söyledi.”
Yaşlı adam güldü. “Lord mu? Evet evet, biz lorduz.”
Merhamet utanarak kafasını eğip ayaklarına baktı. “Izembaro lordları memnun etmek gerektiğini söyledi,” diye fısıldadı. “İstediğiniz bir şey varsa, ne olursa…”
Muhafızlar tekrar birbirlerine baktılar. Daha sonra yakışıklı olan elini uzatıp kızın göğüslerine dokundu. “Ne olursa mı?”
“İğrençsin,” dedi yaşlı adam.
“Neden? Izembaro konuksever olmak istiyorsa onu reddetmek kabalık olur.” Cücenin aletini düzeltirken yaptığı gibi muhafız da elini kızın göğüs ucuna götürüp çimdik attı. “Fahişelerden sonra en iyisi oyunculardır.”
“Doğru olabilir ama bu daha çocuk.”
“Değilim,” diye yalan söyledi Merhamet. “Bakireyim.”
“Çok uzun sürmeyecek,” dedi yakışıklı muhafız. “Ben Lord Rafford’um tatlım ve ne istediğimi çok iyi biliyorum. Şimdi şu duvara yaslan.”
“Burada olmaz,” dedi Merhamet elini adamın eline sürterek. “Oyunun oynandığı yerde olmaz. Çığlık atarsam Izembaro çılgına döner.”
“Nerede o halde?”
“Bir yer biliyorum.”
Yaşlı şövalye kaşlarını çattı. “Ne, gitmeyi mi düşünüyorsun? Sör seni aramaya gelirse ne olacak?”
“Neden gelsin? Şu an oyun izlemekle meşgul. Ayrıca kendi fahişesi de yanında. Ben neden bir tane almayayım. Merak etme çok uzun sürmeyecek.”
Evet diye düşündü Merhamet. Sürmeyecek. Merhamet adamın elinden tuttu ve onu arkaya götürüp merdivenlerden aşağıya indirdi. Birlikte sisli geceye adım attılar. Adam onu oyun salonunun duvarına doğru bastırırken “İsteseydin oyuncu olabilirdin,” dedi adama.
“Ben mi?” diyerek kahkaha attı muhafız. Tüm o saçma sapan konuşmalar. Yarısını bile hatırlamazdım.”
“İlk başlarda zordur,” dedi. “Ama zaman geçtikçe alışıyorsun. Sana sözleri öğretebilirim, yapabilirim.”
Kızı bileğinden yakaladı. “Şimdi ben sana bir şeyler öğreteceğim. İlk dersini alma zamanı.” Merhamet’i sertçe kendine çekerek dudaklarını öptü. Öperken dilini kızın ağzına sokmaya çalıştı. Bu ıslak ve yapış yapıştı. Tıpkı yılan balığı gibi. Merhamet adamın dilini kendi diliyle yaladı. Sonra da nefes nefese kendini geriye çekti. “Burada olmaz. Birileri görebilir. Odam çok uzakta değil ama acele etmeliyiz. İkinci sahne başlamadan önce geri dönmeliyim. Yoksa tecavüzümü kaçırırım.”
Adam sırıttı. “Korkmana gerek yok evlat.” Kızın onu yönlendirmesine izin verdi. El ele tutuşarak sisin içinde koştular, köprülerin üstünden ve ara sokaklardan geçip beşinci kattaki odasının kıymıklı basamaklarını çıktılar. Odasına girdiklerinde muhafız nefes nefese kalmıştı. Merhamet iç yağından yapılma mumu yaktı ve kıkırdayarak etrafında dans etti. “Ah, çok yorulmuşsun. Ne kadar yaşlı olduğunuzu unutmuşum lo’dum. Biraz kestirmek ister misiniz? Sadece uzanın ve gözlerinizi kapayın. İblis bana tecavüz ettikten sonra hemen buraya geri döneceğim.”
“Hiçbir yere gitmiyorsun.” Kızı sertçe kendine çekti. “Üstündeki şu paçavraları çıkar da sana ne kadar yaşlı olduğumu göstereyim,evlat.”
“Merhamet,” dedi. “Benim adım Merhamet. Söyleyebilir misin?”
“Merhamet,” dedi adam. “Benim adım Raff.”
“Biliyorum.” Elini adamın bacaklarının arasına götürdü ve pantolonun altında adamın erkekliğinin sertleşmiş olduğunu hissetti.
“Bağcıklar,” dedi kıza. “Şimdi tatlı bir kız ol ve onları çöz.” Onu yapmak yerine parmaklarını adamın kalçasından içeriye doğru götürdü. Adam homurdandı. “Lanet olsun. Dikkat et oraya. Sen --?”
Merhamet nefesini tuttu ve geriye çekildi. Korkmuş ve şaşırmış bir ifadesi vardı. “Kanıyorsunuz.”
“Ne?” Kalçasına baktı. “Tanrılar! Bana ne yaptın seni küçük sürtük? Kalçasından kırmızı bir leke yayılıyor ve kalın kumaşı ıslatıyordu.
“Ben bir şey yapmadım,” diye ciyakladı Merhamet. “Ben asla, oh olamaz, çok kan var. Durdurun şunu, durdurun. Beni korkutuyorsunuz.”
Yüzünde afallamış bir ifadeyle kafasını salladı. Elini kalçasına bastırdığında parmaklarının arasından kan fışkırdı. Kan, bacağından akıp çizmelerinin arasına girmeye başladı. Artık o kadar yakışıklı gözükmüyor diye düşündü. Dehşete düşmüş ve bembeyaz kesilmiş bir halde gözüküyor.
“Havlu,” dedi muhafız nefes nefese. “Bir havlu ya da paçavra getirip üstüne bastır. Tanrılar. Başım dönüyor.” Bacağı, kalçasından akan kan sebebiyle sırılsıklam olmuştu. Ayağa kalkmaya çalıştığında dizi büküldü ve yere düştü. “Yardım et,” diye yalvardı pantolonunun ağı kırmızılaşırken. “Anne merhamet eylesin. Şifacı, koş ve bana hemen bir şifacı bul.”
“Kanalın karşısında bir tane var ama buraya gelmez. Senin gitmen gerek. Yürüyemez misin?”
“Yürümek mi?” Parmakları kanla kaplanmıştı. “Kör müsün? Mızrağa saplı bir domuz gibi kanıyorum. Bu haldeyken yürüyemem.”
“Pekala,” dedi. “Oraya nasıl gideceğini bilmiyorum o zaman.”
“Beni taşıman lazım.”
Gördün mü? diye düşündü Merhamet. Sen kendi sözlerini biliyorsun, ben de kendi sözlerimi biliyorum.
“Öyle mi düşünüyorsun?” diye sordu Arya tatlı bir şekilde.
Uzun ince bıçağı kol yeninden çıkarırken Tatlı Raff ona doğru keskin bir bakış attı. Bıçak adamın çenesinin altına götürerek boğazına soktu, döndürdü ve boğazını düz bir yırtıkla yanlamasına kopardı. Bunu kırmızı bir yağmur izledi ve gözlerindeki hayat ışığı söndü.
“Valar Morghulis,” diye fısıldadı Arya. Ancak Raff ölmüştü ve onu duyamazdı. Burnunu çekti. Onu öldürmeden önce merdivenlerden inmesine yardım etmeliydim. Şimdi cesedi suya atmak için kanala kadar sürüklemem gerekecek. Gerisini yılan balıkları hallederdi.
“Merhamet, Merhamet, Merhamet,” diye hüzünle şarkı söyledi. Hep aptal ve sersem bir kız olmuştu ama iyi kalpli biriydi. Onu özleyecekti. Daena’yı, Şakşakçı’yı ve diğerlerini de özleyecekti. Hatta Izembaro ve Bobono’yu bile. Hiç şüphe yok ki bu Deniz Lordu ve göğsünde tavuk bulunan elçi için sorun yaratacaktı.
Bunları daha sonra düşünürdü. Şimdi zamanı yoktu. Koşsam iyi olacak. Merhamet’in hâlâ daha söylemesi gereken sözler vardı. Bunlar ilk ve son sözleri olacaktı ve eğer kendi tecavüzüne yetişemezse Izembaro onun o güzel küçük kellesini alırdı.
Kim olduğunu ve nerede olduğunu anlayamadan nefes nefese uyandı.
Burun deliklerini ağır bir kan kokusu kaplamıştı. Bu bir kâbus muydu yoksa? Yine kurt rüyası görmüştü. Çam ağaçlarıyla kaplı karanlık ormanda sürüsüyle birlikte bir avın kokusunu alıp onun peşine düşmüştü.
Loş bir ışık odayı doldurmuştu. Titreyerek yatağın üstüne oturdu ve elini kafasının üstünde gezdirdi. Kafasındaki küçük kıllar avucuna battı. Izembaro görmeden önce saçlarımı kazımalıyım. Merhamet. Benim adım Merhamet. Bu gece tecavüze uğrayacağım ve öldürüleceğim. Kızın gerçek adı Mercedene idi fakat herkes ona Merhamet diye seslenirdi.
Rüyaları haricinde.Kalbindeki ulumayı durdurmak için derin bir nefes aldı. Gördüğü rüyayı daha net hatırlamaya çalıştı ama çoğu çoktan yok olup gitmişti bile. Rüyasındaki kanı ve gökyüzündeki dolunayı hatırladı. Bir de koşarken onu izleyen bir ağaç vardı.
Sabah güneşi onu uyandırabilsin diye panjurlarını kapatmamıştı. Ancak dışarıda güneş ışığı yoktu. Sadece her yeri kaplayan sis perdesi vardı. Hava epey soğumuştu. Bu iyi bir şeydi çünkü diğer türlü uyanamayabilirdi. Bu, Merhamet’in tıpkı kendi tecavüzü sırasında uyuması gibi olurdu.
Bacaklarındaki tüyler titredi. Battaniyesi yılan gibi etrafına dolanmıştı. Kendini örtüden kurtarıp tahta zemine attı ve çıplak bir şekilde pencereye doğru ilerledi. Braavos sisin içinde kaybolmuştu. Aşağıdaki küçük kanalda akan yeşil suyu, yaşadığı yerin altındaki parke taşı kaplı sokağı ve yosun tutmuş köprünün iki kemerini görebildi. Kanalın karşı tarafındaki birkaç evin de belli belirsiz ışıkları görülebiliyordu. Ancak köprünün diğer ucu ve daha ilerisi sisin içinde yok olmuştu. Köprünün ortasındaki kemerin altında meydana çıkan kayığın hafifçe su sıçratmasını duydu. Merhamet, kayığın yılan şeklindeki kuyruğuna tutunup kürek çeken adama seslendi. “Saat kaç?”
Kayıkçı sesin kaynağını aramak için bakındı. “Titan’ın kükremesine göre dört.” Adamın sesi yeşil suların ve görünmeyen binaların üstünde yankılandı.
Henüz geç kalmamıştı ama oyalanmamalıydı. Merhamet, içten bir kızdı ve çok çalışkandı ama dakik biri değildi. Böyle içten ve çalışkan olması bu gece işine yaramazdı. Bu akşam Kapı’nın oraya Westeros’tan bir elçi gelecekti. Merhamet, onlara o tatlı gülümsemesi ile hizmet etse bile Izembaro mazeret dinleyecek havada olmayacaktı.
Dün gece uyumadan önce leğenini kanaldaki suyla doldurmuştu. Arkadaki su deposunda ısıtılan pis yağmur suyunu kullanmaktansa tuzlu suyla yıkanmayı tercih etmişti. Sertleşmiş elbiselerini suya batırdıktan sonra baştan aşağı yıkandı. Tek ayağının üstünde durarak nasırlı ayağını ovdu. Ardından jiletini buldu. Izembaro, peruğun kel kafaya daha rahat uyduğunu iddia ederdi.
Saçlarını kazıdı. İç çamaşırlarını ve biçimsiz, yünlü kahverengi elbisesini giydi. Çoraplarını eline aldığında bir tanesinin dikilmesi gerektiğini gördü. Şakşakçı’dan yardım isteyebilirdi; Çünkü kendi dikimi o kadar kötüydü ki elbiselerden sorumlu hizmetçi ona hep acırdı. Ya da elbise dolabından güzel bir çift çorap yürütebilirim. Bu riskli bir şeydi. Izembaro, oyuncuların onun elbiselerini giyip sokakta dolaşmalarından nefret ederdi. Wendeyne hariç. Izembaro’nun aletine muamele çektikten sonra istediği kıyafeti giyebilirdi. Merhamet o kadar aptal değildi. Zamanında Daena onu uyarmıştı. “Bu yola giren kızların sonu Gemi’de biter. Eğer para kesesi yeteri kadar doluysa sahnede görmek istediği her kızı alabilir. Bunu ekipteki herkes bilir.”
Eskimiş deriden yapılma pabuçları, tuz lekelerinden dolayı benek benekti ve uzun süredir giyilmekten dolayı çatlamıştı. Kendir ipinden yapılma kemeri maviydi. Kemerini beline dolayıp düğüm attı ve sağ kalçasına bıçağını, sol tarafına ise para kesesini astı. Son olarak da pelerinini omzunun üstüne attı. Bu gerçek bir oyuncu peleriniydi. Mor renkli yün pelerinin üstü kırmızı ipekten çizgilerle kaplıydı. Yağmurdan korunmak için başlığı ve üç gizli cebi vardı. Bu ceplerden birine para, diğerine demir bir anahtar ve sonuncusuna da bir bıçak saklamıştı. Gerçek bir bıçak. Belinde duran meyve bıçağı gibi değildi. Ancak bu kılıç, tıpkı diğer ceplerindeki şeyler gibi Merhamet’e ait değildi. Merhamet’e ait olan meyve bıçağıydı. Ondan beklenen meyve yemesi, gülmesi, şakalar yapması, çok çalışması ve ona söylenen sözleri yerine getirmesiydi.
“Merhamet, merhamet, merhamet.” Sokağa açılan tahta merdivenleri inerken şarkı söyledi. Merdivenin korkuluğu kıymıklarla kaplıydı ve basamakları çok dikti. Bina beş katlıydı ve zaten bu yüzden odasını bu kadar ucuza tutabilmişti. Hem bu yüzden hem de Merhamet’in gülümsemesi yüzünden. Kel ve sıska olabilirdi ama Merhamet’in tatlı bir gülümsemesi ve zarafeti vardı. Izembaro bile onun zarif olduğunu kabul etmişti. Kargalara göre Kapı’dan çok ta uzakta değildi ama yürüyen ve kanatları olmayan kızlar için yol daha uzundu. Braavos çok kıvrımlı bir şehirdi. Sokakları kıvrımlıydı, ara yolları daha da kıvrımlıydı. En kıvrımlı olan kısmı ise kanallarıydı. Genelde uzun yoldan gitmeyi tercih ederdi. Bu yol, Dış Liman boyunca uzanan Ragnar Yolu’ydu. Böylece denizi, gökyüzünü, karşıdaki Silahhane’yi, Büyük Deniz Kulağı’nı ve Sellagoro’nun Kalkanı’nın yamaçlarındaki çam ağaçlarını rahatça görebilirdi. Rıhtımdan geçerken denizciler ona selam verirlerdi. Siyah renkli balina avcıları Ibbenli’ler ve Westeros’lular gökelerin güvertelerinden seslenirlerdi. Merhamet ona söylenenleri anlamıyormuş gibi davranırdı ama aslında tüm söylenenleri anlardı. Bazen onlara gülümser ve yeterli paraları varsa onu Kapı’da bulabileceklerini söylerdi.
Bu uzun yoldan giderken üstüne taştan yüzler oyulmuş Köprü Gözleri’nin yanından da geçiyordu. Merhamet, buranın tepesindeyken kemerlerin arasından bakıp bütün şehri görürdü: Hakikat Salonu’nun yeşil bakır kubbesini, Mor Liman’dan ağaç gibi uzanan direkleri, Deniz Lordu Konak’ının tepesinde bulunan altın rengindeki yıldırımı… Hatta Titan’ın bronz omuzlarını ve ilerisindeki koyu yeşil suları bile. Güneş, sadece o vakit Braavos’un üstünde ışıldardı. Ancak sis yoğunsa oradayken de grilikten başka bir şey göremezdi. Merhamet bu yüzden bugünlük kısa yoldan gitmeyi tercih etti. Hem bu durum çatlamış pabuçlarının da işine gelirdi.
Sis dağılır gibi olup o geçerken tekrar etrafına toplanıyordu. Parke taşları ıslak ve kaygandı. Bir kedinin acı bir sesle miyavladığını duydu. Braavos kediler için çok uygun bir şehirdi ve şehrin her yerinde dolanırlardı, özellikle de geceleri. Sisin içindeyken bütün kediler gridir diye düşündü Merhamet. Sisin içindeyken bütün insanlar katildir.
Daha önce hiç bu kadar yoğun sisle karşılaşmamıştı. Daha büyük kanallardaki kayıkçılar birbirlerine çarpıyor, iki yanlarındaki binaların loş ışıkları bu siste işlerine yaramıyordu.
Merhamet, karşı yolda elinde fenerle yürüyen yaşlı bir adam gördü ve adamın elindeki ışığa gıpta etti. Etraf o kadar kasvetliydi ki adım attığı yeri bile zar zor görebiliyordu. Şehrin daha sıradan yerlerinde evler, dükkânlar, ambarlar bir araya toplanmış ve sarhoş âşıklar gibi birbirine dayanmışlardı. Bunların üst katları birbirine o kadar yakındı ki bir balkondan diğerine atlanabilirdi. Aşağısındaki sokaklar her ayak sesinin duyulabileceği karanlık tüneller haline gelmişti. Küçük kanallar ise daha da tehlikeliydi. Çünkü buraya yapılan evlerin çoğunun tuvaletleri suların üstünde kurulmuşlardı. Izembaro, Tacir’in Hüzünlü Kızı’ndaki Deniz Lordu’nun sözünden alıntı yapmayı çok severdi. “Kardeşlerinin taştan omuzlarında, dimdik ayakta duran son Titan hâlâ burada.” Merhamet ise Deniz Lordu sarı mor rengindeki yüzen eviyle geçerken şişman tacirin onun kafasına sıçtığı sahneyi eğlenceli bulurdu. Söylenene göre böyle bir şey sadece Braavos’ta olabilirdi ve yalnızca Braavos’ta hem Deniz Lordu hem de denizciler buna kahkahalarla gülebilirlerdi.
Kapı, Boğulmuş Kasaba’nın köşesine yakın bir yerde, Dış Liman ve Mor Liman’ın arasında bulunuyordu. Eskiden ambar olarak kullanılan yer yanmıştı ve her geçen yıl daha da suya batıyordu. Bu nedenle burasını tutmak ucuza gelmişti. Izembaro, zemini sularla kaplı ambarın tepesine kendi oyun salonunu kurmuştu. Oyuncularına Kubbe’nin ve Mavi Fener’in daha çok rağbet görebileceğini söylemişti ama limanın arasındayken asla denizcilerin ve fahişelerin eksikliğini çekmezlerdi. Gemi yakınımızda ve yirmi yıldır demir attığı rıhtıma hâlâ önemli bir kalabalık topluyor ama Kapı’nın da yıldızı parlayacak, demişti.
Zaman geçtikçe haklı olduğu anlaşıldı. Oraya yerleştiklerinde mekânları hızla gelişti. Kıyafetleri küflü ve kilerlerinde deniz yılanları vardı fakat izleyiciler çok olduğu sürece oyuncuların hiçbiri bunu dert etmedi.
Sondaki köprü halat ve nemli tahtalardan yapılmıştı ve bu sisin içinde hiçbir yere bağlanmıyormuş gibi görünüyordu. Etrafta sadece sis vardı. Merhamet ayaklarını tahta zemine vurarak hızla karşıya geçti. Sis, eski ve yırtık bir perde gibi önünde açıldığında karşısına oyun salonu çıktı. Kapılardan solgun sarı bir ışık dökülüyordu ve Merhamet içeriden gelen sesleri duyabiliyordu. Büyük Brusco, oynadıkları bu son oyunun adını girişin yanına boyayarak yazmıştı. Büyük ve kırmızı harflerle Zalim El yazıyordu. Ayrıca okuma bilmeyenler için zalim elin kanlı bir resmini de çizmişti. Merhamet resme bakmak için durdu. “Bu güzel bir el,” dedi.
“Başparmağı kıvrık olmuş,” Brusco hafifçe fırçasını oraya sürttü. “Oyuncular’ın Kral’ı seni arıyordu.”
“Hava çok karanlıktı. Uyumuşum.” Izembaro kendisini ilk defa Oyuncular’ın Kral’ı olarak adlandırdığında herkes bunun altında kötü bir anlam aramıştı. Kubbe ve Mavi Fener’deki rakiplerine karşı bir hareket olarak düşünmüşlerdi. Ancak son zamanlarda Izembaro bu unvanını fazla ciddiye almaya başlamıştı. “Sadece kral rolünü oynayacak,” demişti Marro gözlerini yuvarlayarak. “Oyunda kral olmazsa sahneye de çıkmayacak.”
Zalim El oyununda iki tane kral vardı. Biri şişman kral diğeri ise çocuk kraldı. Izembaro, şişman kralı oynuyordu. Pek fazla rolü yoktu ama ölürken güzel bir konuşma yapıyordu ve ölmeden önce dev gibi bir şeytani domuzla muhteşem bir mücadele veriyordu. Bu oyunu Phario Forel yazmıştı. Kendisi Braavos’un en gaddar yazarıydı.
Merhamet, ekip arkadaşlarını sahnenin arkasında buldu. Geç geldiğinin fark edilmemesini umarak Daena ve Şakşakçı’nın arkasına geçti. Izembaro bu yoğun sise rağmen Kapı’nın bu gece tıklım tıklım olacağını söyledi. “Westeros Kral’ı, Oyuncular’ın Kral’ına hürmetlerini sunmak için elçisini yolladı,” dedi ekibine. “Bu değerli dostumuzu hayal kırıklığına uğratmayacağız.”
“Biz mi?” diye sordu Şakşakçı. Oyuncuların bütün kıyafetlerini o yapardı. “Oyuncular’ın Kral’ından iki tane mi var artık?”
“İki kişi sayılabilecek kadar şişman,” diye fısıldadı Bobono. Her oyun ekibinin bir cücesi olurdu. Onların cücesi de Bobono’ydu. Merhamet’i gördüğünde kıza pis pis baktı. “Aha,” dedi. “İşte buradasın. Küçük kız tecavüze hazır mı?” Dudaklarını şaplattı.
Şakşakçı, cücenin kafasına vurdu. “Kapa çeneni.”
Oyuncuların Kral’ı bu küçük gürültüyü görmezden geldi. Konuşmasına devam edip ne derece görkemli olmak zorunda olduklarını anlattı. Bu akşam Westeros’lu elçinin dışında mevkisi güçlü insanlar ve meşhur fahişeler de orada olacaktı. Kapı’dan kötü bir izlenimle ayrılmalarını istemiyordu. “Beni hayal kırıklığına uğratanların sonu iyi olmaz,” dedi. Bu tehditteki alıntıyı Phario Forel’in ilk yazdığı oyun olan Ejderha Lordları’nın Öfkesi’nde geçen ve savaş öncesi konuşmayı yapan Prens Darin’den alıntılamıştı.
Izembaro nihayet konuşmasını sonlandırdığında oyuna bir saatten daha az bir süre kalmıştı. Oyuncuların hepsi telaşlanmış ve aksileşmişti. Kapı’nın her bir yanı Merhamet’e seslenen oyuncuların sesiyle çevrelendi.
Arkadaşı Daena “Merhamet,” diye kibar bir şekilde seslendi. “Leydi Stork yine elbisesinin kenarına basmış. Dikmeme yardım et lütfen.”
“Merhamet,” dedi Yabancı. “Şu lanet olası macunu getir. Boynuzum açılmış.”
“Merhamet,” diye gürledi Izembaro. “Tacıma ne yaptın evlat? Onsuz sahneye çıkamam. Tacım olmazsa kral olduğumu nasıl anlayacaklar?”
“Merhamet,” diye tiz bir sesle bağırdı Bobono. “Bağcıklarımda bir sorun var Merhamet. Aletim dışarı fırlayıp duruyor.”
Macunu getirip boynuzu Yabancı’nın alnına taktı. Izembaro’nun tacını da her zaman bıraktığı yerde yani tuvalette buldu. Tacı peruğa tutturmak için yardım etti. Şakşakçı ise düğün sahnesinde kraliçenin giyeceği altın sarısı ve kırmızı renkteki elbisesini dikecekti. Bu yüzden iğne iplik bulmaya gitti.
Ve bir de Bobono’nun fırlayan aleti vardı. Zaten tecavüz için fırlaması gerekiyordu. Merhamet düzeltmek için cücenin önünde eğildiğinde Ne kadar iğrenç bir şey diye düşündü. Cücenin aleti otuz santim uzunluğundaydı ve kolu kadar kalındı. En yüksek balkondan bile görülebilecek kadardı. Boyacı deriyle iyi iş çıkaramamıştı; pembe ve beyaz benekleri vardı ve ucu erik rengindeydi. Merhamet, Bobono’nun aletini pantolonuna geri itti ve bağcıkları bağladı. “Merhamet,” dedi, kız onu sıkıcı bağlarken. “Merhamet, Merhamet, bu gece odama gel ve erkeğin olayım.”
“Ben ağ kısmını düzeltmeye çalışırken bağcıklarını çözmeye devam edersen seni hadım ederim.”
“Biz birlikte olmak için yaratılmışız, Merhamet,” diye ısrar etti Bobono.
“Bak, boylarımız aynı.”
“Sadece ben diz çöktüğümde. Oyunda söyleyeceğin sözleri hatırlıyor musun?” Cücenin sahneye elinde kupayla birlikte Hükümdar’ın Acısı'na çıkıp Tacir’in Gürbüz Leydisi’nden sözler söylemesinin üstünden sadece on beş gün geçmişti. Bir daha böyle bir hata yaparsa Izembaro onun derisini canlı canlı yüzerdi. Oyunlar için cüce bulmanın ne kadar zor olduğuna da aldırmazdı.
“Bugün neyi oynuyoruz Merhamet?” diye sordu Bobono masumane bir şekilde.
Beni kızdırmaya çalışıyor, diye düşündü Merhamet. Bu gece sarhoş değil. Ne oynayacağımızı gayet iyi biliyor. “Westeros’tan gelen elçinin onuruna Phario’nun yeni oyunu Zalim El’i oynuyoruz.”
“Tamam şimdi hatırladım.” Bobono sesini alçatarak hırıldar gibi kötü bir tonda konuştu. “Yedi Yüzlü Tanrı beni kandırdı. Babam saf altından yapıldı. O altın kız ve erkek kardeşlerimi yaptı. Ben ise daha karanlık şeylerin ürünüyüm. Karşınızda kemiğin, kanın ve çamurun oluşturduğu bu çarpık beden var.” Sözünü söyledikten sonra elini kızın göğsüne atıp göğüs ucunu aradı. “Senin memelerin yok. Memeleri olmayan bir kıza nasıl tecavüz edebilirim?”
Cücenin burnunu başparmağının ve işaret parmağının arasına alıp kıvırdı. “Ellerini üstümden çekmezsen burnunu koparacağım.”
“Aaaaaa,” diye ciyakladı kızı bırakırken.
“Bir iki yıl içinde göğüslerim büyüyecek.” Merhamet cüceden daha uzun durmak için ayağa kalktı. “Ama senin başka bir burnun çıkmayacak. Bana bir daha dokunmadan önce bunu iyi düşün.”
Bobono burnunu ovdu. “Bu kadar utangaç olmana gerek yok. Çok geçmeden sana tecavüz etmiş olacağım.”
“İkinci sahneye kadar edemeyeceksin.”
“Hükümdar’ın Acısı’nda Wendeyne’e tecavüz ederken memelerini güzelce sıkabiliyorum,” diye yakındı cüce. “O bunu seviyor. İzlemeye gelenler de öyle. Seyircileri memnun etmelisin.”
Bu Izembaro’nun öğretmeyi sevdiği bir dersti. Seyirciyi memnun etmelisin. “Bahse girerim cücenin aletini koparıp kafasına vurarak dövmek de seyirciyi memnun eder,” diye yanıt verdi Merhamet. “Bu daha önce görmedikleri bir şey olur.” Onlara her zaman daha önce görmedikleri şeyler göster. Bu da Izembaro’nun verdiği derslerden biriydi. Bu Bobono’nun kolayca cevap veremeyeceği bir soruydu. “İşte, bitti,” dedi Merhamet. “Şimdi ihtiyaç duyulana kadar içeride kalabilir.”
Izembaro tekrar onu arıyordu. Bu sefer de mızrağını bulamamıştı. Merhamet mızrağı buldu, Büyük Brusco’nun domuz kostümü giymesine yardım etti ve sahte bıçakları kontrol edip gerçekleriyle değiştirilmediğinden emin oldu.(Birisi Kubbe’de bunu yapmış ve oyuncu bu yüzden ölmüştü.) Ardından Leydi Stork’a şarap doldurdu. Her oyundan önce biraz şarap içmekten hoşlanırdı. Etrafından gelen “Merhamet, Merhamet, Merhamet,” diye bağıran sesler kesildikten sonra içeriye bakmaya fırsatı oldu.
Oyunu sergileyecekleri alan daha önce hiç görmediği kadar doluydu. Gelenler şakalaşarak ve yiyip içerek çoktan eğlenmeye başlamışlardı bile. Alıcı bulduğunda tekerlek şeklindeki peyniri elleriyle kesip satan seyyar bir satıcı gözüne ilişti. Heybesine buruşmuş elmaları dolduran bir kadın da vardı. Elden ele geçen şaraplar, erkeklerle öpüşen kızlar ve kaval çalan birini gördü. Hüzünlü gözlere sahip Quill adında bir genç arka sıralara oturup kendi oyunları için ne çalabileceğini görmek için gelmişti. Büyücü Cossomo da oradaydı. Kolunda Mutlu Liman’daki tek gözlü fahişe Yna vardı. Ancak Merhamet bu ikisini tanıyor olamazdı. Onlar da Merhamet’i tanıyamazdı zaten. Daena, Kapı’nın her zamanki müdavimlerini görüp ona da gösterdi; Sıska suratı ve benekli mor saçlarıyla boyacı Dellono, üstü yağ kaplamış önlüğüyle gelen sosisçi Galeo, omzunda evcil faresiyle birlikte uzun Tomarro. “Umarım Tomarro o fareyi Galeo’ya göstermez,” dedi Daena. “Sosislerine koyduğu tek etin fare eti olduğunu duydum.” Merhamet elini ağzına götürüp güldü.
Balkonlar da tamamen doluydu. Birinci ve üçüncü kademeler tacirler, kaptanlar ve halktan önemli kişiler için ayrılmıştı. Kiralık katiller dördüncü ve daha yüksek katlarda duruyorlardı. Yukarılarda tam bir renk cümbüşü vardı. Aşağılara ise daha sönük renkler egemendi. İkinci balkon iki ayrı locaya bölünmüştü çünkü buraya gelen önemli insanların rahatı ve mahremiyeti düşünülüyordu. Böylece hem üstlerindeki hem de altlarındaki basitlikten güvenli bir şekilde ayrı tutulurlardı. Sahne en iyi buradan görülür ve onlara her türlü hizmeti yapıp yemek, şarap, yastık getiren hizmetçiler olurdu. Kapı’da ikinci balkonun yarısından fazlasının dolduğu pek görülmemişti; oyun izlemek isteyen bu tarz önemli şahsiyetler genelde Kubbe’ye ya da Mavi Fener’e giderlerdi. Oradaki ikramlar ve hizmet daha sağlamdı.
Bu gece ise durum farklıydı. Hiç şüphesiz Westeros’tan gelen elçi nedeniyle böyleydi. Locanın birinde Otharys’den gelen üç kişi vardı ve her birine bir fahişe eşlik ediyordu; Prestayn tek başına oturuyordu. Adam o kadar yaşlıydı ki oraya kadar gelip koltuğuna oturması mucizeydi; Torone ve Pranelis tatsız bir ittifakı paylaştıkları gibi aynı locayı da paylaşıyorlardı; Üçüncü Kılıç’a ise yarım düzine kadar arkadaşı eşlik ediyordu.
“Beş tane önemli şahsiyet(anahtar sahibi) saydım,” dedi Daena.
Merhamet kıkırdayarak “Bessaro o kadar şişman ki onu iki kişi olarak saymalısın,” dedi. Izembaro’nun büyük bir göbeği vardı ama Bessaro ile kıyaslanınca söğüt kadar ince sayılırdı. Adam o kadar yer kaplıyordu ki normal koltuğun üç katı büyüklüğünde özel bir koltuk getirilmişti.
“Reyaanlar’ın hepsi şişman,” dedi Daena. “Hepsinin gemileri kadar büyük göbekleri var. Sen babasını görmeliydin. Bu onun yanında küçük kalır. Bir keresinde Hakikat Salonu’na oy vermesi için çağırılmıştı. Yüzen eve adımını atar atmaz evi suya batırdı.” Merhamet’in dirseğini tuttu. “Bak, Deniz Lordu’nun locası.” Deniz Lordu daha önce Kapı’ya hiç gelmemişti ama Izembaro yine de bu locayı ona ayırmıştı. Oradaki en büyük ve gösterişli loca oydu. “Bu Westeros’lu elçi olmalı. Daha önce böyle giysiler giyen bir yaşlı adam görmüş müydün? Bak, Siyah İnci’yi de getirmiş!”
Elçi zayıf ve kel bir adamdı. Çenesinde bir tutam gri sakal vardı. Kadife pantolonu ve pelerini sarıydı. Yeleği o kadar parlak bir maviydi ki Merhamet’in gözlerini yaşarttı. Göğsünün üstündeki kalkanı sarı desenlerle süslenmişti. Kalkanında lacivert taşından mağrur duruşlu ve mavi renkte bir horoz vardı. Muhafızlarından biri oturmasına yardım etti. Diğer ikisi locanın arkasında bekledi.
Yanındaki kadının yaşı elçinin üçte biri bile olamazdı. Kadın o kadar güzeldi ki o geçerken ışıklar daha parlak yanıyor gibi göründü. Sarı renkteki dekolte elbisesi ipektendi ve kadının esmer cildine zıt duruyordu. Siyah saçları altın rengi fileyle bağlanmıştı. Altından ve oltu taşından kolyesi göğüslerine kadar iniyordu. Onu izlerlerken kadın eğilip elçinin kulağına adamın gülmesine neden olan bir şeyler fısıldadı. “Ona Esmer İnci demeliler,” dedi Merhamet. “Siyahtan ziyade esmer.”
“İlk Siyah İnci mürekkep kadar siyahmış,” diye yanıt verdi Daena. “Deniz Lordu’nun oğlunun Yaz Adaları’ndan bir prensesle yaptığı bu çocuk korsan bir kraliçeymiş. Sonra Westeros’un ejderha kralının sevgilisi olmuş.”
“Ejderha görmeyi çok isterdim,” dedi Merhamet istekli bir şekilde. “Elçinin göğsünde neden tavuk var?”
Daena kahkaha attı. “Bir şeyden de haberin olsun Merhamet. Bu onun arması. Gün Batımı Krallığındaki tüm lordların armaları vardır. Bazılarının çiçek, bazılarının balık, bazılarının ayı, geyik ve bunun gibi şeyler. Bak, elçinin muhafızlarının armaları aslan.”
Bu doğruydu. Orada dört tane muhafız bulunuyordu; zırhlarının içindeki uzun, ihtişamlı adamların bellerinde Westeros’a özgü uzun kılıçlar asılıydı. Kırmızı pelerinleri, altın rengi sarmallar ile çevrelenmişti. Her pelerinin omzuna kırmızı gözlü sarı aslanlar tutturulmuştu. Merhamet aslan şeklindeki gösterişli miğferlerin altındaki yüzlere baktığında midesinde bir şeyler kıpırdadı. Tanrılar bana bir armağan bahşetti. Parmakları sertçe Daena’nın kolunu kavradı. “Şu muhafıza bak. Siyah İnci’nin arkasında, locanın en sonunda duran.”
“Ne olmuş ona? Tanıyor musun yoksa?”
“Hayır.” Merhamet Braavos’ta doğmuş ve burada yetişmişti. Westeros’tan gelen birini nasıl tanıyabilirdi? Çabucak düşünmesi gerekti. “Sadece, şey… Sence de yakışıklı değil mi?” Öyleydi ama çekici olmasına rağmen kaba bir yapısı vardı.
Daena omuz silkti. “Çok yaşlı. Diğerleri kadar yaşlı olmayabilir ama otuz yaşlarında ve Westeros’lu. Onlar korkunç vahşilerdir Merhamet. Böyle birinden uzak durmalısın.”
“Uzak mı durayım?” Merhamet kıkırdadı. Zaten sürekli kıkırdayan bir kızdı. Merhamet böyle biriydi. “Hayır. Daha da yaklaşmalıyım.” Daena’yı kenara sıkıştırdı ve “Şakşakçı beni aramaya gelirse sözlerimi tekrar okumaya gittiğimi söyle,” dedi. Oyunda söylediği çok az söz vardı ve çoğu “Ah, hayır, hayır, hayır,” ve “Yapma, lütfen yapma, dokunma bana,” ve “Lütfen lo’dum, ben hâlâ bakireyim” gibi sözlerdi.” Ancak bu Izembaro’nun ona verdiği ilk sözlerdi ve zavallı Merhamet’ten tek beklenen bunu doğru yapmasıydı.
Yedi Krallık’ın elçisi muhafızlardan ikisini locanın içine, Siyah İnci ve kendisinin arkasına yerleştirmişti. Diğer ikisini ise başkalarının onları rahatsız etmeyeceğinden emin olmak için locanın dışına koymuştu. Merhamet, kararmış bir geçitten sessizce geçip arkalarına yaklaştığında muhafızlar kendi aralarında Westeros’un Ortak Dil’ini konuşuyorlardı. Bu, Merhamet’in bilmediği bir dildi.
Muhafızlardan birinin “Yedi Cehennem. Burası çok rutubetli,” dediğini duydu. “Kemiklerim bile üşüdü. Lanet olası portakal ağaçları nerede? Özgür Şehirler’de hep portakal ağaçları olduğunu duyardım. Limon, ıhlamur, nar. Acı biberler, sıcak geceler, karnı çıplak kızlar. Karnı çıplak kızlar nerede, ha?”
“Onlar aşağı taraflarda; Lys’de, Myr’da ve Volantis’te.”diye cevap verdi diğer muhafız. Diğeri daha yaşlı bir adamdı. Büyük bir göbeği ve kırlaşmış saçları vardı. “Aerys’in El’i olduğu zamanlar Lord Tywin ile birlikte Lys’e gitmiştim. Braavos, Kral’ın Şehri’nin üstünde kalıyor ahmak. Harita okumayı bilmiyor musun?”
“Burada ne kadar kalacağımızı düşünüyorsun?”
“Senin isteyeceğinden daha uzun bir süre,” diye cevap verdi yaşlı adam. “Altın olmadan geri dönerse kraliçe onun kellesini alır. Ayrıca onun karısını da gördüm. Casterly Kayası’nda karısının inip de aralarında sıkışmaktan korktuğu basamaklar var. O kadar şişman bir kadın yani. Yanında bu esmer kraliçe varken kim o kadına geri döner ki?”
Yakışıklı muhafız sırıttı. “Onu bizle paylaşacağını düşünmüyorsun değil mi?”
“Ne, delirdin mi sen? Bizim gibileri fark ettiğini mi sanıyorsun? Lanet herif yarımızın isimlerini bile bilmiyor. Belki de Clegane ile birlikteyken her şey daha farklıydı.”
“Sör, böyle oyunların ve süslü fahişelerin adamı değildi. Sör bir kadını istediğinde onu alır ve işi bittiğinde bazen bize de bırakırdı. Siyah İnci’nin tadına bakmakta benim için sakınca yok. Sence bacaklarının arası pembe midir?”
Merhamet daha fazlasını duymak istiyordu fakat zaman yoktu. Zalim El başlamak üzereydi ve Şakşakçı kıyafetler için yardım etmesi için onu arıyor olmalıydı. Izembaro, Oyuncular’ın Kral’ı olabilirdi ama herkes Şakşakçı’dan korkardı. Yakışıklı muhafızına daha sonra zaman ayıracaktı.
Zalim El oynanmaya başladı.
Cüce, tahta mezar taşının arkasında bir anda meydana çıkınca kalabalık tıslamaya ve lanetler yağdırmaya başladı. Bobono sahnenin önüne doğru paytak paytak yürüdü ve onlara pis bir gülümseme attı. ““Yedi Yüzlü Tanrı beni kandırdı. Babam saf altından yapıldı. O altın kız ve erkek kardeşlerimi yaptı. Ben ise daha karanlık şeylerin ürünüyüm. Karşınızda kemiğin, kanın ve çamurun oluşturduğu…”
Daha sonra cücenin arkasında Marro belirdi. Yabancı’nın siyah uzun cüppesinin içindeyken dehşetli görünüyordu. Yüzü de siyahtı, kanla parlamış dişleri ise kırmızıydı. Fil dişinden yapılma boynuzları yukarıya uzanıyordu. Bobono onu göremiyordu ama balkondakiler görebiliyordu. Ve artık bütün izleyenler görebiliyordu. Kapı’da ölüm sessizliği oluştu. Marro sessizce ileriye doğru hareket etti.
Merhamet de sessizce ilerliyordu. Tüm kostümler asılmıştı. Şakşakçı, Daena ile birlikte mahkeme sahnesinde giyilen elbiseyi dikmekle meşguldü. Merhamet’in yokluğu fark edilmemiş olmalıydı. Gölge kadar sessiz bir şekilde elçinin locasının bulunduğu yere geri döndü. Kararmış bir girintinin içinde taş kadar hareketsiz durdu. Bulunduğu yerde muhafızların yüzünü çok rahat bir şekilde görebiliyordu. Emin olmak için dikkatli bir şekilde inceledi. Onun için çok mu gencim? diye endişeye kapıldı. Çok mu gösterişsizim? Ya da çok mu sıskayım? Muhafızın, büyük göğüslü kızlardan hoşlanmayan bir erkek olmasını umdu. Bobono onun göğüsleri konusunda haklıydı. En iyisi onu kaldığım yere götürmek olur. Ama benimle gelir mi ki?
“Sence bu o mu?” dedi yakışıklı olan.
“Ne, Ötekiler aklını mı çaldı?”
“Neden olmasın? Bu da bir cüce, değil mi?”
“Dünya’da yaşayan tek cüce İblis değil.”
“Belki öyle ama şuna bir baksana. Herkes ne kadar zeki olduğundan bahsediyor. Belki de kız kardeşinin onu arayacağı son yer olarak kendini eğlendirdiği bu oyun salonunu düşünmüştür. Sırf kardeşinin burnu sürtünsün diye yapmış olabilir.”
“Sen aklını kaçırmışsın.”
“Pekala, belki oyun bittikten sonra onun peşine düşerim. Kendim için.” Muhafız, elini kılıcının kabzasına attı. “Haklı çıkarsam lord olurum, değilsem de öldürürüm gider. Altı üstü bir cüce.” Gürültülü bir şekilde kahkaha attı.
Bobono sahnede Marro’nun oynadığı Yabancı ile pazarlık yapıyordu. Böyle küçük bir adama göre gür bir sesi vardı ve onu en yukarılara kadar taşıdı. “Bana kupayı ver,” dedi Yabancı’ya. “Bitirinceye kadar içeceğim. Altın ve aslan kanı tadındaysa çok iyi. Kahraman olamayacağım için canavar olmama izin ver ve onlara sevgi yerine korkuyu öğreteyim.”
Merhamet son sözleri onunla birlikte söyledi. Cücenin sözleri onunkilerden daha iyi ve daha zekiceydi. Beni isteyecek ya da reddedecek, diye düşündü. O halde oyun başlasın. Çok yüzlü tanrıya sessizce dua ederek bulunduğu girintiden dışarı çıktı ve muhafızlara doğru ilerledi. Merhamet, Merhamet, Merhamet. “Lordlarım,” dedi. “Braavos dilini biliyor musunuz? Lütfen bildiğinizi söyleyin.”
İki muhafız birbirlerine baktılar. “Neler oluyor?” diye sordu yaşlı olan. “Bu da kim?”
“Oyunculardan biri,” dedi yakışıklı muhafız. Kaşının üstüne düşen saçını geriye itti ve gülümsedi. “Üzgünüm tatlım. Senin zırva dilini konuşmuyoruz.”
Hay lanet diye düşündü Merhamet. Sadece Ortak Dil’i konuşabiliyorlar. Bu hiç iyi değildi. Vazgeç ya da devam et. Ama vazgeçemezdi. Onu deli gibi istiyordu. “Sizin dilinizi çat pat konuşabiliyorum,” diye yalan söyledi. Merhamet bunu söylerken en tatlı gülümsemesini bahşetti. “Arkadaşlarım sizin Westeros lordları olduğunu söyledi.”
Yaşlı adam güldü. “Lord mu? Evet evet, biz lorduz.”
Merhamet utanarak kafasını eğip ayaklarına baktı. “Izembaro lordları memnun etmek gerektiğini söyledi,” diye fısıldadı. “İstediğiniz bir şey varsa, ne olursa…”
Muhafızlar tekrar birbirlerine baktılar. Daha sonra yakışıklı olan elini uzatıp kızın göğüslerine dokundu. “Ne olursa mı?”
“İğrençsin,” dedi yaşlı adam.
“Neden? Izembaro konuksever olmak istiyorsa onu reddetmek kabalık olur.” Cücenin aletini düzeltirken yaptığı gibi muhafız da elini kızın göğüs ucuna götürüp çimdik attı. “Fahişelerden sonra en iyisi oyunculardır.”
“Doğru olabilir ama bu daha çocuk.”
“Değilim,” diye yalan söyledi Merhamet. “Bakireyim.”
“Çok uzun sürmeyecek,” dedi yakışıklı muhafız. “Ben Lord Rafford’um tatlım ve ne istediğimi çok iyi biliyorum. Şimdi şu duvara yaslan.”
“Burada olmaz,” dedi Merhamet elini adamın eline sürterek. “Oyunun oynandığı yerde olmaz. Çığlık atarsam Izembaro çılgına döner.”
“Nerede o halde?”
“Bir yer biliyorum.”
Yaşlı şövalye kaşlarını çattı. “Ne, gitmeyi mi düşünüyorsun? Sör seni aramaya gelirse ne olacak?”
“Neden gelsin? Şu an oyun izlemekle meşgul. Ayrıca kendi fahişesi de yanında. Ben neden bir tane almayayım. Merak etme çok uzun sürmeyecek.”
Evet diye düşündü Merhamet. Sürmeyecek. Merhamet adamın elinden tuttu ve onu arkaya götürüp merdivenlerden aşağıya indirdi. Birlikte sisli geceye adım attılar. Adam onu oyun salonunun duvarına doğru bastırırken “İsteseydin oyuncu olabilirdin,” dedi adama.
“Ben mi?” diyerek kahkaha attı muhafız. Tüm o saçma sapan konuşmalar. Yarısını bile hatırlamazdım.”
“İlk başlarda zordur,” dedi. “Ama zaman geçtikçe alışıyorsun. Sana sözleri öğretebilirim, yapabilirim.”
Kızı bileğinden yakaladı. “Şimdi ben sana bir şeyler öğreteceğim. İlk dersini alma zamanı.” Merhamet’i sertçe kendine çekerek dudaklarını öptü. Öperken dilini kızın ağzına sokmaya çalıştı. Bu ıslak ve yapış yapıştı. Tıpkı yılan balığı gibi. Merhamet adamın dilini kendi diliyle yaladı. Sonra da nefes nefese kendini geriye çekti. “Burada olmaz. Birileri görebilir. Odam çok uzakta değil ama acele etmeliyiz. İkinci sahne başlamadan önce geri dönmeliyim. Yoksa tecavüzümü kaçırırım.”
Adam sırıttı. “Korkmana gerek yok evlat.” Kızın onu yönlendirmesine izin verdi. El ele tutuşarak sisin içinde koştular, köprülerin üstünden ve ara sokaklardan geçip beşinci kattaki odasının kıymıklı basamaklarını çıktılar. Odasına girdiklerinde muhafız nefes nefese kalmıştı. Merhamet iç yağından yapılma mumu yaktı ve kıkırdayarak etrafında dans etti. “Ah, çok yorulmuşsun. Ne kadar yaşlı olduğunuzu unutmuşum lo’dum. Biraz kestirmek ister misiniz? Sadece uzanın ve gözlerinizi kapayın. İblis bana tecavüz ettikten sonra hemen buraya geri döneceğim.”
“Hiçbir yere gitmiyorsun.” Kızı sertçe kendine çekti. “Üstündeki şu paçavraları çıkar da sana ne kadar yaşlı olduğumu göstereyim,evlat.”
“Merhamet,” dedi. “Benim adım Merhamet. Söyleyebilir misin?”
“Merhamet,” dedi adam. “Benim adım Raff.”
“Biliyorum.” Elini adamın bacaklarının arasına götürdü ve pantolonun altında adamın erkekliğinin sertleşmiş olduğunu hissetti.
“Bağcıklar,” dedi kıza. “Şimdi tatlı bir kız ol ve onları çöz.” Onu yapmak yerine parmaklarını adamın kalçasından içeriye doğru götürdü. Adam homurdandı. “Lanet olsun. Dikkat et oraya. Sen --?”
Merhamet nefesini tuttu ve geriye çekildi. Korkmuş ve şaşırmış bir ifadesi vardı. “Kanıyorsunuz.”
“Ne?” Kalçasına baktı. “Tanrılar! Bana ne yaptın seni küçük sürtük? Kalçasından kırmızı bir leke yayılıyor ve kalın kumaşı ıslatıyordu.
“Ben bir şey yapmadım,” diye ciyakladı Merhamet. “Ben asla, oh olamaz, çok kan var. Durdurun şunu, durdurun. Beni korkutuyorsunuz.”
Yüzünde afallamış bir ifadeyle kafasını salladı. Elini kalçasına bastırdığında parmaklarının arasından kan fışkırdı. Kan, bacağından akıp çizmelerinin arasına girmeye başladı. Artık o kadar yakışıklı gözükmüyor diye düşündü. Dehşete düşmüş ve bembeyaz kesilmiş bir halde gözüküyor.
“Havlu,” dedi muhafız nefes nefese. “Bir havlu ya da paçavra getirip üstüne bastır. Tanrılar. Başım dönüyor.” Bacağı, kalçasından akan kan sebebiyle sırılsıklam olmuştu. Ayağa kalkmaya çalıştığında dizi büküldü ve yere düştü. “Yardım et,” diye yalvardı pantolonunun ağı kırmızılaşırken. “Anne merhamet eylesin. Şifacı, koş ve bana hemen bir şifacı bul.”
“Kanalın karşısında bir tane var ama buraya gelmez. Senin gitmen gerek. Yürüyemez misin?”
“Yürümek mi?” Parmakları kanla kaplanmıştı. “Kör müsün? Mızrağa saplı bir domuz gibi kanıyorum. Bu haldeyken yürüyemem.”
“Pekala,” dedi. “Oraya nasıl gideceğini bilmiyorum o zaman.”
“Beni taşıman lazım.”
Gördün mü? diye düşündü Merhamet. Sen kendi sözlerini biliyorsun, ben de kendi sözlerimi biliyorum.
“Öyle mi düşünüyorsun?” diye sordu Arya tatlı bir şekilde.
Uzun ince bıçağı kol yeninden çıkarırken Tatlı Raff ona doğru keskin bir bakış attı. Bıçak adamın çenesinin altına götürerek boğazına soktu, döndürdü ve boğazını düz bir yırtıkla yanlamasına kopardı. Bunu kırmızı bir yağmur izledi ve gözlerindeki hayat ışığı söndü.
“Valar Morghulis,” diye fısıldadı Arya. Ancak Raff ölmüştü ve onu duyamazdı. Burnunu çekti. Onu öldürmeden önce merdivenlerden inmesine yardım etmeliydim. Şimdi cesedi suya atmak için kanala kadar sürüklemem gerekecek. Gerisini yılan balıkları hallederdi.
“Merhamet, Merhamet, Merhamet,” diye hüzünle şarkı söyledi. Hep aptal ve sersem bir kız olmuştu ama iyi kalpli biriydi. Onu özleyecekti. Daena’yı, Şakşakçı’yı ve diğerlerini de özleyecekti. Hatta Izembaro ve Bobono’yu bile. Hiç şüphe yok ki bu Deniz Lordu ve göğsünde tavuk bulunan elçi için sorun yaratacaktı.
Bunları daha sonra düşünürdü. Şimdi zamanı yoktu. Koşsam iyi olacak. Merhamet’in hâlâ daha söylemesi gereken sözler vardı. Bunlar ilk ve son sözleri olacaktı ve eğer kendi tecavüzüne yetişemezse Izembaro onun o güzel küçük kellesini alırdı.