Post by YeniAy_Ottoman on Jun 28, 2021 9:11:29 GMT
Çeviri FANTAZYA sitesinden alınmıştır.
Gazap Burnu’nun güney kıyısında, denizde hırsızlık yapan Dornelu yağmacıları uyarmak amacıyla kadim günlerde inşa edilen taştan gözcü kuleleri yükseliyordu. Kulelerin etrafına köyler kurulmuştu. Bunlardan çok azı şehirlere dönüşmüştü.
Gökdoğan, Ağlayan Şehir’de, bir zamanlar Genç Ejder’in cesedinin Dorne’dan eve dönerken üç gün boyunca kaldığı yerde demir atmıştı. Şehrin güçlü, tahtadan yapılma duvarlarında dalgalanan bayraklar hala Kral Tommen’ın geyik ve aslanını gösteriyor, burada en azından Demir Taht’ın hükmünün geçtiğini belirtiyordu. Gemiden inerken, “Konuştuklarınıza dikkat edin.” diye uyardı refakatçilerini Arienne. “Kral’ın Şehri’nin bu yoldan geçtiğimizi öğrenmemesi en iyisi olur.” Eğer Lord Connington’un isyanı bastırılırsa, Dorne’un Arienne’i ona ve hak iddiasında bulunan adamla görüşmeye gönderdiğinin bilinmesi onlar için iyi olmazdı. Babasının ona öğretmede zorluk yaşadığı başka bir ders de buydu; tarafını dikkatlice, ve yalnızca kazanacak olurlarsa seçmelisin.
Her ne kadar fiyatları geçen senekinden beş kat daha pahalı olsa da, at satın almakta zorlukla karşılaşmamışlardı. “Yaşlı ama sapasağlamlar” diye iddia etti seyis. “Fırtına Burnu’nun bu kısmında bunlardan daha iyilerini bulamazsınız. Akbaba’nın adamları karşılarına çıkan her atı ve katırı ele geçiriyor. Öküzleri de öyle. Ödeme istediğinde bazıları bir kağıdı damgalayacaktır, ama bazıları da karnını deşip sana bir avuç dolusu kendi bağırsağınla ödeme yapacaktır. Eğer onlara rastlarsanız, laflarınıza dikkat edip atlarınızı teslim edin.”
Şehir üç hanı kapsayacak kadar büyüktü ve hepsinin ortak odaları söylentilerle dolup taşıyordu. Arianne, duyabilecekleri şeylerden ötürü, hanların her birine adamlarını yolladı. Kırık Kalkan’da, Daemon Kum’a Holf of Men’deki büyük septin, denizden gelen yağmacılar tarafından yakılıp yağmalandığı, ve Maiden Isle’daki Anne’nin tapınağındaki yüz rahibe adayının köleleştirildiği söylendi. Loon’da, Joss Hood genç Ser Addarn, yaşlı Lord Whitehead’in oğlu ve varisinin de içlerinde bulunduğu elli adam ve çocuğun Ağlayan Şehir’den Akbaba Tüneği’ndeki Jon Connington’a katılmak için kuzeye yola çıktıklarını öğrendi. Ama haklı bir biçimde isim verilmiş Sarhoş Dornelu’da, Feathers adamların Akbaba’nın Kızıl Ronnet’in kardeşini öldürdüğünü ve bakire kız kardeşine tecavüz ettiğini konuştuklarını duydu. Kız kardeşinin onuruna leke sürülmesinin ve kardeşinin ölümünün intikamını almak için Ronnet’in bizzat kendisinin güneye doğru hızla yola çıktığı söyleniyordu.
O gece Arianne duyduğu ve gördüğü her şeyi babasına anlatmak için kuzgunlarından ilkini Dorne’a gönderdi. Refakatçileriyle birlikte, ertesi sabah güneşin ilk ışıkları Ağlayan Şehir’in kıvrak yolları ve siperli çatılarına düşerken Sisli Orman’a doğru yola çıktı. Kuşluk vaktinde, küçük köyler ve yeşil arazilerden kuzeye doğru giderlerken hafif bir yağmur yağmaya başladı. O zamana kadar, siçbir savaş izi görmemişlerdi, ama tekerlik izleri düşmüş yoldaki diğer bütün yolcular diğer yöne gidiyor gibi duruyor ve geçtikleri köylerdeki kadınlar onlara ürkek gözlerle bakıp çocuklarını yakınlarında tutuyorlardı. Daha da kuzeyde, arazilerin yolu eğimli tepelere ve eski ormanın kalın korularına açılıyor, yollar küçülüyor ve köylere daha az rastlanılıyordu..
Şafak, onları ıslak yeşil bir diyarda, derelerin ve nehirlerin karanlık ormanların içlerinden aktığı ve yerin çamur ile çürüyen yapraklardan oluştuğu yağmur ormanının kenarında buldu. Devasa söğüt ağaçları su yolları boyunca büyümüştü, Arieanne’ın daha önce gördüğünden çok daha büyüktüler, koca gövdeleri yaşlı bir adamın yüzü gibi çarpık ve budaklanmış ve gümüşi yosunlarla süslenmişti. Ağaçlar her tarafı kapatıp, güneşi engelliyordu; katran ağaçları ve kızıl sedirler, beyaz meşe ağaçları, kuleler ve devasa heykeller kadar dik ve uzun çam ağaçları, geniş yapraklı kızıl ağaçlar, kurtçuk ağaçları, ve hatta sağda solda yaban yürek ağaçları bile vardı. Dolaşık dallarının altında büyük miktarda eğrelti otu ve çiçekler bitmişti; sivripulunçlar, dişi eğrelti otları, çan çiçekleri ve and dantel bitkileri, eşekotu ve zehir öpücüğü bitkileri, kızılyaprak, ciğer otu, boynuz otları vardı. Mantarlar hem ağaç köklerinde hem de ağaçları gövdelerinde bitmişti ve yağmura yakalanan benekli ellere benziyordu. Diğer ağaçlar da yeşil, gri ya da kırmızı ve bazen de parlak mor renkli yosunlarla kaplıydı. Likenler her bir taşı ve kayayı kaplamıştı.Şapkalı mantarlar çürüyen kütüklerin yanında çoğalmıştı. Havaya yeşillik hakimdi.
Arianne bir keresinde babası ile Üstat Caleottenin bir septonla Dorne Denizi’nin güney ve kuzey yakasının neden bu kadar farklı olduğunu tartıştıklarını duymuştu. Septon bunun denizin tanrısı ve rüzgarın tanrıçasının kızını çalıp, onların sonsuz düşmanlığını kazanan ilk Fırtına Kralı, Durran Tanrıkederi’nin yüzünden olduğunu düşünüyordu. Prens Doran ve üstat daha çok rüzgar ve denizden dolayı olduğunu düşünüyor ve Yaz Denizi’nde oluşan büyük fırtınaların Gazap Burnu’na vurmadan önce kuzeye giden nemi nasıl topladığıdan bahsediyorlardı. Arianne babasının, fırtınaların tuhaf bir sebepten dolayı hiçbir zaman Dorne’a vurmadığını söylediğini hatırladı. “Neden öyle olduğunu biliyorum.” diye cevap verdi septon. “Bir Dornelu asla iki tanrının kızını çalmamıştır.”
Yolculuk burada Dorne’da olduğundan çok daha yavaştı. Düzgün yollar yerine, oraya buraya kıvrılan, yosun kaplı kayalarla dolu yarıklardan ve böğürtlen çalılarıyla tıkanmış derin dağ geçitlerinden geçen patikalarda yolculuk ediyorlardı. Bazen yol tamamen yitip gidiyor, ya bataklığa batıyor ya da otların arasında kaybolarak Arianne ve refakatçilerini suskun ağaçlar arasından kendi yollarını bulmaya zorluyordu. Yağmur hala kararlı ve yavaş bir biçimde yağıyordu. Yapraklardan damlayan suların sesi her taraflarını kuşatıyor ve bazen de her bir mil civarında diğer bir şelalenin müziği onlara sesleniyordu.
Orman aynı zamanda mağaralarla da doluydu. İlk gecelerinde, ıslanmaktan korunmak için onlardan birine sığındılar. Dorne’da sıklıkla karanlık çöküp, mehtap kumları gümüş rengine çevirdiğinde yolcululuk ederlerdi ama yağmur ormanı çok fazla sis, yarık ve obruklarla kaplıydı ve etraf ağaçların altındaki zift gibi, ayın yalnızca bir anı olarak kalacağı kadar karanlıktı.
Feathers bir ateş yakıp Ser Garibald’ın yolda bulduğu biraz mantar ve yaban soğanlarının yanında getirdiği bir çift tavşanı pişirdi. Yemeklerini yedikten sonra Elia Kum bir dal ile biraz yosunu meşaleye çevirip mağaranın derinliklerini keşfetmeye gitti. “Çok uzağa gitmediğinden emin ol.” dedi ona Arianne. “Bu mağaralardan bazıları oldukça derin, kaybolması da çok kolaydır.
Prenses, Daemon Kum’a bir oyun daha kaybedip, Joss Hood’a karşı bir tane kazandıktanve ikisi Jayne Ladybright’a kuralları öğretmeye başladığında oynamayı bıraktı. Bu tarz oyunlardan bıkmıştı artık.
Nym ve Tyene çoktan Kral’ın şehrine varmış olmalılar, diye düşündü mağaranın ağıza bağdaş kurup yağan yağmuru izlemeye başlarken. Eğer varmamışlarsa bile, yakında orada olacaklardır. Deneyimli üç yüz mızrakçı da onların yanında Kemik Yolu üzerinden Summerhall harabelerini geçip kral yoluna gitmişti. Eğer Lannisterlar küçük tuzaklarını kral ormanında kurmayı denerlerse, Leydi Nym bunun bir felaketle sonuçlanmasını sağlayacaktır. Ve tabii avcıların avını yakalamamasını da. Prens Trystane, Prenses Myrcella’dan göyaşlarıyla dolu bir ayrılıktan sonra güvenli bir biçimde Güneş Mızrağı’nda kalmıştı. Bu bir kardeş sayılır, diye düşündü Arienne, ama peki eğer akbabayla değilse Quentyn neredeydi? Ejder gelini ile evlenmiş miydi? Kral Quentyn. Kulağa hala aptalca geliyordu. Bu yeni Daenerys Targaryen, Arieanne’den onlarca yaş küçüktü. Onun gibi bir hizmetçi sıkıcı, kitabi kardeşinden ne isteyebilirdi? Genç kızlar şeytani gülümsemeleri olan cesur şövalyeleri hayal ederdi, görevlerini her zaman yerine getiren ağırbaşlı çocukları değil. Yine de, Dorne’u isteyecektir.Eğer Demir Taht’a oturmayı umuyorsa, Güneş Mızrağı’nı alması gerekiyordu. Eğer bunun bedeli Quentyn olacaksa, ejder kraliçe bunu ödeyecekti. Ya o Connington’la birlikte Akbaba Tüneği’nde olsa, ve diğer Targaryen hakkındaki bütün bu şeyler kurnaz bir tezgah olsaydı? Kardeşi onun gayet de onun yanında olabilirdi. Kral Quentyn. Ona diz çökmem gerekecek mi?
Bunu düşünmenin hiçbir faydası yoktu. Quentyn, ya kral olacak ya da olmayacaktı. Dua ederim ki, Dany ona kendi kardeşine davrandığından daha nazik davransın.
Uyku vakti gelmişti. Ertesi gün kat edecekleri uzun yollar vardı. Anca yerleştiklerinde Arianne, Elia Kum’un keşfinden geri dönmediğinin farkına vardı. Kız kardeşleri eğer ona bir şey olursa beni yedi farklı yoldan öldürür. Jayne Ladybright kızın mağaradan çıkmadığına dair yemin etti, bu da hala orada bir yerlerde, karanlıkta gezindiği anlamına geliyordu. Seslenişleri onu ortaya çıkartmayınca, meşaleleri yapıp onu aramaktan başka yapılacak bir şey kalmamıştı.
Mağara, kimsenin tahmin edemeyeceği kadar derin çıkmıştı. Refakatçilerinin kamp kurduğu ve atlarını bağladıkları taşlı girişin ötesinde, bir dizi kıvrak geçit daha da aşağıya gidiyor ve her taraflarında kara delikler bulunuyordu. Daha da içe doğru, duvarlar yine genişliyor ve arayanlar kendilerini bir kalenin büyük salonundan daha büyük olan uçsuz bucaksız kireçtaşı mağaralarda buluyordu. Bağırışları üstlerinden gürültülü bir biçimde uçan yarasaların yuvasını rahatsız etti, ama yalnızca belirsiz yankılar buna cevap verdi. Salonun kısa bir turu daha da ileriye giden üç geçidi ortaya çıkardı, bunlardan biri o kadar küçüktü ki el ve ayaklarının üstünde devam etmelerini gerektiriyordu. “Önce diğerlerini deneyeceğiz.” dedi prenses. “Daemon, sen benimle gel. Garibald, Joss, siz de diğerini deneyin.”
Arianne’in kendisi için seçtiği geçidin sarp ve yüz adım boyunca ıslak olduğu ortaya çıktı. Zemin sağlam değildi. Ayağı bir kez kaydığında, kaymasını önlemek için tutunması gerekiyordu. Geri dönmeyi birçok sefer düşünse de, ileride Sör Daemon’un meşalesini görüp onun Elia’yı çağırdığını duydu, bu yüzden de devam etti. Ve aniden kendini geçen seferkinden beş kat daha büyük, etrafı taş sütünlarla çevrilmiş bir mağarada buldu. Daemon Kum yanına gelip meşalesini kaldırdı. “Taşa nasıl şekil verildiğine bak.” dedi. “Şu sütünlar, ve oradaki duvar. Onları görüyor musun?”
“Yüzler,” dedi Arianne. Onlara bakan o kadar çok hüzünlü göz vardı ki.
“Burası Orman’ın Çocukları’na aitti.”
“Bin yıl önce.” dedi Arianne kafasını çevirerek. “Şunu dinle. Bu Joss mu?”
Öyleydi. O ve Daemon kaygan yamaçtan son az önceki hole giderken, diğer arayacıların Elia’yı bulduğunu gördü. Onların geçitleri kara bir havuzdan aşağıya iniyordu, orada beline kadar suya batmış olan kızı, kör beyaz balığı çıplak elleriyle yakalarken bulmuşlardı ve diktiği yerdeki meşalesi kızıl ve sisli bir şekilde yanıyordu.
“Ölebilirdin,” dedi Arianne ona, anlattığı hikayeyi duyunca. Elia’yı kolundan tutup salladı. “Eğer o meşale sönseydi karanlıkta yapayalnız, tıpkı bir kör gibi kalacaktın. Ne yaptığını sanıyordun sen?”
“İki balık tuttum,” dedi Elia Kum.
“Ölebilirdin,” dedi Arianne tekrar. Sözleri mağara duvarlarında yankılandı “…ölebilirdin… ölebilirdin … ölebilirdin…”
Daha sonra, yüzeye ulaşıp öfkesi yatıştığında prenses kızı yanına alıp oturttu. “Elia, bu son bulmalı.” dedi ona. “Artık Dorne’da değiliz. Kardeşlerinin yanında değilsin ve bu da bir oyun değil.” Güneş Mızrağı’na dönünceye dek hizmetçi rolünü oynayacağına dair söz vermeni istiyorum. Uysal, ağırbaşlı ve itaatkar olmanı istiyorum. Diline hakim olmalısın. Leydi Lance veya turnuvalar hakkında konuşmanı duymayacağım, babandan ya da kardeşlerinden bahsetmeyeceksin. Uğraşmam gereken adamlar paralı askerler. Bugün kendine Jon Connington ismini veren adama hizmet ediyorlar, ama ertesi gün gelince kolaylıkla Lannisterlara hizmet edebilirler. Bir paralı askerin gönlünü kazanmak için gereken tek şey altındır ve Casterly Kayası bundan mahrum değil. Eğer yanlış birisi kim olduğunu öğrenirse, rehin alınıp fidye için tutulabilirsin–“
“Hayır,” dedi Elia sözünü keserek. “Karşılığında fidye isteyecekleri kişi sensin. Dorne’un varisi sensin, ben yalnızca kız bir piçim. Baban senin için sandıklarca altın verir. Benim babam öldü.”
“Öldü ama unutulmadı,” dedi ömrünün yarısını babasının Prens Oberyn olmasını dileyen Arianne. “Sen bir Kum Yılanı’sın ve Prens Doran seni ve kardeşlerini zarardan uzak tutmak için her türlü bedeli öder.” Bu sonunda çocuğun yüzünü güldürmüştü. “Söz veriyor musun? Yoksa seni geri mi göndermeliyim?”
“Yemin ediyorum.” Elia’nın sesi hiç de mutlu gibi gelmiyordu.
“Babanın kemikleri üzerine.”
“Babamın kemikleri üzerine.”
Bu yemini tutacaktır, diye karar verdi Arianne. Kuzenini yanağından öpüp onu uykuya yolladı. Belki de onun maceralarından iyi bir şeyler gelirdi. “Şu ana kadar ne kadar vahşi olduğunu bilmiyordum.” diye yakındı Daemon Kum’a sonradan. “Neden babam onun sorumluluğunu bana yükledi? “İntikam?” diye sordu şövalye, bir gülümsemeyle.
Üçüncü günün geç saatlerinde Sisli Orman’a ulaştılar. Ser Daemon, Joss Hood’u keşif yapması ve şu anda kalenin kimin elinde olduğunu öğrenmesi için önden gönderdi. Geri döndüğünde “Duvarların üstünde yirmi adam dolaşıyor, belki de daha fazla” diye rapor verdi. “Bir sürü araba ve vagon var. Ağr yükler içeri girip, dışarıya boş bir şekilde çıkıyor. Her kapıda muhafız var.”
“Sancaklar?” diye sordu Arianne.
“Altın. Hem kapıda hem de kalede.”
“Hangi armayı taşıyorlardı?”
“Görebildiğim kadarıyla hiçbirini, ama rüzgar esmiyordu. Bayraklar sopalarından gevşek bir şekilde asılmıştı.”
Bu endişelendirici bir durumdu. Altın Birlik’in sancakları altın renkli kumaştan yapılma ve arma ile süslemelerden yoksundu… ama Baratheon Hanesi’nin sancakları da aynı zamanda altındandı, gerçi onlarınki Fırtına Burnu’nun taçlı geyiğinin simgesini taşıyordu. Asılan altın sancaklar ikisi de olabilirdi. “Başka sancak var mıydı? Gümüş-gri?
“Gördüklerimin hepsi altındı, prenses.”
Başını salladı. Mistwood, Mertyns Hanesi’nin yerleşkesiydi, armaları büyük gri zemin üstünde büyük boynuzlu beyaz bir kuşu gösteriyordu. Eğer dalgalanan sancaklar onların değilse, söylentiler büyük ihtimalle doğruydu ve kale Jon Connington ve onun paralı askerlerinin eline geçmişti. “Riski almalıyız,” diye söyledi ekibine. Babasının temkinli davranması Dorne’un işine gelmişti, bunu kabul ediyordu, ama bu amcasının cüretkarlılığının zamanıydı. “Kaleye yürüyün.”
“Sancağınızı açalım mı?” diye sordu Joss Hood.
“Henüz değil.” dedi Arianne. Çoğu yerde, prensesi oynamak onun yararına olmuştu, ama olmadığı bazı yerler de vardı.
Kale kapılarının yarım mil uzağında, deri yelek ile çelik miğfer giyen üç adam ağaçların arasından ortaya çıkarak yollarını kesti. İçlerinden ikisi arbalet ve yara izleri taşıyordu. Üçüncüsü yalnızca nahoş bir gülümsemeyi kuşanmıştı. “Peki ya sizler nereye gidiyorsunuz, güzellerim?” diye.
“Sisli Orman’a, efendini görmeye.” diye cevap verdi Daemon Kum.
“Güzel cevap” dedi gülümseyen. “Bizimle gelin.”
Sisli Orman’ın yeni paralı asker efendileri kendilerine Genç John Mudd ve Chain adını veriyordu. Söylediklerine göre, ikisi de şövalyeydi. Hiçbiri Arianne’nin daha önce gördüğü bir şövalye gibi davranmıyordu. Mudd tepeden tırnağa kahverengi giyinmişti, ten rengi ile aynıydı ama bir çift altın küpe kulaklarından sallanıyordu. Muddların bin yıl önce Üç Dişli Mızrak’ta kral olduğunu biliyordu, ama bu adamda soylu olan hiçbir şey yoktu. Bilhassa da genç değildi, ama görünüşe bakılırsa babası da aynı zamanda Yaşlı John Mudd olarak bilindiği Altın Birlik’te hizmet etmişti.
Chain’in boyu Mudd’ın yarısı kadardı, geniş gövdesinde belinden omuzuna kadar giden bir çift zincir vardı. Mudd kılıç ve hançer kullanırken, Chain göğsünden geçen zincirlerden iki kat kalın ve ağır olan bir buçuk metrelik demir zincilerlerden başka bir silah taşımıyordu. Onları bir kırbaç gibi tutuyordu.
Adamlar sert, kaba saba ve konuşması düzgün olmayan insanlardı, serbest birliklerde uzun yıllar hizmet verdiklerini gösteren yaralara ve kırışmış yüzlere sahiptiler. “Askerler.” diye fısıldadı Ser Daemon onları gördüğünde. “Onlar gibilerini daha önceden de tanıdım.”
Arianne bir kez ismini ve amaçlarını onlara açıkladığında, askerlerden ikisi yeterince misafirperver davrandı. “Bu gece kalacksınız.” dedi Mudd. “Hepinize yetecek kadar yatak var. Sabah olduğunda size yeni atlar ve ne kadar erzağa ihtiyacınız varsa verilecek. Leydimin üstadı geldiğinizi onlara bildirmek için Akbaba Tüneği’ne bir kuzgun gönderebilir.”
“Onlar kim oluyor peki?” diye sordu Arianne. “Lord Connington mu?”
Paralı askerler birbirlerine baktılar. “Yarı-üstat” dedi John Mudd. “Tünek’te bulacağınız kişi o.”
“Griffin’in ve ordusu ilerliyor.” dedi Chain.
“Nereye?” diye sordu Ser Daemon.
“Söylemek bize düşmez.” dedi Mudd. “Chain, diline hakim ol.”
Chain homurdandı. “O Dorne’dan. Neden bilmesin ki? Bize katılmaya geldi, öyle değil mi?”
Buna henüz karar verilmedi, diye düşündü Arianne Martell, ama konuyu daha fazla uzatmamanın en iyis olduğu hissine kapıldı.
Akşam olduğunda onlara Baykuşlar Kulesi’nin en tepesindeki odada güzel bir yemek sunuldu ve o yemeğe Leydi Mertyns ve üstadı da katıldı. Kendi kalesinde bir tutsak olmasına rağmen, yaşlı kadın dinç ve neşeli görünüyordu. “Oğullarım ve torunlarım, Lord Renly sancaktarlarını çağırdığında gitti.” diye söyledi prensese ve onun yanındakilere. “O zamandan beri onlarla görüşmüyorum, yine de zaman zaman bana bir kuzgun gönderiyorlar. Torunlarımdan birisi Karasu’da bir yara almış, ama şimdiye dek iyileşmiştir. Yakın zamanda buraya dönüp bu haydut sürüsünü asmalarını bekliyorum.” dedi masanın karşısındaki Mudd ve Chain’e ördek budu sallayarak.
“Bizler hırsız değiliz.” dedi Mudd. “Avcıyız.”
“Avludaki bütün o yiyecekleri satın mı aldınız?”
“Ormandan topladık.” dedi Mudd. “Sıradan halk her zaman büyüyebilir. Biz, senin haklı kralına hizmet ediyoruz, ihtiyar kocakarı.” Bundan hoşlanıyormuş gibi gözüküyordu. “Şövalyelerine karşı daha nazik konuşmayı öğrenmelisin.”
“Eğer ikiniz şövalyeyseniz, ben de hala bakireyim demektir.” dedi Leydi Mertyns. “Ve istediğim gibi konuşurum. Ne yapacaksınız, öldürecek misiniz beni? Zaten çok uzun bir hayat sürdüm.”
Princess Arianne, “Size iyi davranıldı mı, leydim?” diye sordu.
“Henüz tecavüze uğramadım, eğer sorduğun şey bu ise.” dedi yaşlı kadın. “Hizmetçi kızların bazıları daha şanssızdı. Evli veya değil, bu adamlar ayrım yapmaz.“
“Kimse tecavüz etmiyor.” diye dayattı Genç John Mudd. “Connington buna izin vermiyor. Emirlere uyuyoruz.”
Chain başını salladı.. “Bazı kızlar ikna edilmiş olabilir, belki de.
“Tıpkı sıradan halkımızın size bütün ekinlerini vermeye ikna edilmesi gibi. Kavunlar ya da bekaretler, sizin için hepsi aynı sayılır. Eğer isterseniz, onu alırsınız.” Leydi Mertyns, Arianne’e döndü. “Eğer şu Lord Connington’u görmeye gideceksen, ona annesini tanıdığımı ve kadının utanç içinde olacağını söyle.”
Belki de söylerim, diye düşündü prenses. O gece babasına ikinci kuzgununu yolladı. Arianne, bitişiğindeki odadan boğuk bir gülüş sesini duyduğunda odasına gitmek üzereydi. Duraklayıp, bir anlığına dinledi, ve kapıyı açıp içeri girdiğinde Elia Kum’u pencere önüne kıvranmış ve Feathers’ı öperken buldu. Feathers, prensesin orada durduğunu gördüğünde zıplayıp ayağa kalktı ve kekelemeye başladı. Her ikisinin de kıyafetleri hala üstündeydi. Arianne, Feathers’ı keskin bir bakış ve “Git” sözüyle gönderirken bu sebepten birazcık rahatladı. Daha sonra Elia’ya döndü. “Senden iki kat daha yaşlı. Bir hizmetçi. Üstatlar için kuşların boklarını temizliyor. Elia, ne aklından ne geçiyordu?”
“Yalnızca öpüşüyorduk. Onunla evlenmeyeceğim.” Elia kollarını küstah bir biçimde göğüslerinin altında birleştirdi. “Daha önce bir çocuğu öpmediğimi mi sanıyorsun?”
“Feathers bir adam. Hizmetçi bir adam, ama yine de bir adam. "Kendi bekaretini Daemon Sand’e verdiğinde Elia ile aynı yaşta olduğu gerçeği prensesin gözünden kaçmadı. “Ben senin anne değilim. Dorne’a döndüğümüzde dilediğin kadar çocuğu öpebilirsin ama şu an burası… öpüşmelerin yeri ve zamanı değil, Elia. Uysal, ağırbaşlı ve itaatkar dedin. Buna namusluyu da eklemem gerekiyor mu? Babanın kemikleri üzerine yemin etmiştin.”
“Hatırlıyorum.” dedi Elia, sesi azarlanmış biri gibi çıkıyordu. “Uysal, ağırbaşlı ve itaatkar. Onu bir daha öpmeyeceğim.”
Sisli Orman’dan Akbaba Tüneği’ne giden en kısa yol yağmur ormanın yeşil, en iyi zamanlarda yavaş yağan yağmurlu kalbinden geçiyordu Arianne ve refakatçileri için yol en iyi şekilde sekiz gün sürmüştü. Ağaçların tepesine kırbaçlarcasına ve kararlı bir biçimde yağan yağmurun müziğinde yolculuk ettiler, yine de büyük yaprakların sancaklarında o ve atlıları şaşırtıcı bir biçimde kuru kalmayı başardı. Chain onlara kuzeye yaptıkları yolculuğun ilk dört gününde bir vagon dizisi ve on adamıyla beraber eşlik etti. Mudd’tan uzak kalınca daha açık sözlü davranmaya başladı ve Arianne onu hayat hikayesini anlatması için cezbedebildi. En büyük övünç kaynağı Kara Ejderha ile Kızıl Çimen Alanı’nda savaşan ve dar denizi Acıçelik ile birlikte geçen büyük büyükbabasıydı. Chain’in kendisi ise birlikte doğmuş ve paralı asker olan babasının bir takipçisi tarafından büyütülmüştü. Ortak Dil’i konuşmak için yetiştirilmiş ve kendisini bir Batıdiyarlı olarak görse de, şu ana dek Yedi Krallık’ın hiçbir noktasına ayak basmamıştı.
Üzücü ve tanıdık gelen bir hikaye, diye düşündü Arianne. Adamın hayatı aynı geçmişti, savaştığı yerlerin, karşılaştığı ve yendiği düşmanların ve aldığı yaraların uzun bir listesi. Prenses konuşmasına izin verdi, zaman zaman sözünü bir kahkaha veya bir dokunuş ya da etkilendiğini belirten bir soruyla kesti. Mudd’ın zarlarla olan yeteneğinden, İki Kılıç ve kızıllara karşı olan düşkünlüğü, bir keresinde birinin nasıl da Harry Strickland’ın en sevdiği filiyle kaçtığını, Küçük Kedicik ve şanslı kedisini ve Altın Birlik’teki insanlarla görevlilerinin marifetleri ve kusurları hakkında ihtiyaç duyduğundan çok daha fazlasını öğrendi. Ama dördüncü günde, ihtiyatsız konuştuğu bir anda, Chain ağzından “…Fırtına Burnu’nu bir kez aldık mı…” sözünü kaçırdı.
Prenses buna yorum yapmadan konuyu savuşturdu, yine de hatırı sayılır bir süre duraklamasına yol açmıştı. Fırtına Burnu. Bu akbaba denen herif cesur birisi gibi gözüküyor. Ya da bir aptal. Baratheon Hanesi’nin üç asırdır, ondan binlerce yıl önce de kadim Fırtına Kralları’nın meskeni olan Fırtına Burnu’nun aşılamaz olduğu söylenirdi. Arianne adamların diyardaki en güçlü kalenin hangisi olduğu konusunda tartıştığını duymuştu. Bazısı Casterly Kayası, bazısı Arryn’in Eyrie’sini, bazısı donmuş kuzeydeki Kışyarı olduğunu söylerdi ama Fırtına Burnu’ndan da hep bahsedilirdi. Efsanelere göre kalenin, intikam arayışı içinde olan tanrının gazabına dayanmak için Mimar Brandon tarafından inşa edildiği söylenirdi. Duvarları Yedi Krallık’takilerin en yükseği ve en güçlüsüydü, kalınlık bakımından on iki ila yirmi dört metreyi bulurdu. Görkemli penceresiz kulesi, Eski Şehir’in Yüksek Kulesi’nin yarı boyundan daha kısaydı, ama basıldığı yerde dimdik yükselirdi, duvarları da Eski Şehir’de bulunanlardan üç kat daha kalındı. Hiçbir kuşatma kulesi Fırtına Burnu’nun mazgallarına erişecek kadar yüksek değildi; ister katapult isterse de mancınık olsun, hiçbiri devasa duvarlarında gedik açmayı umamazdı.
Connington kuşatma yapmayı mı düşünüyordu? diye düşündü. Ne kadar adamı olabilirdi ki? Kale düşmeden çok önce, Lannisterlar o tür bir kuşatmayı kıracak bir ordu gönderirdi. O da umutsuz bir durum.
O gece Ser Daemon’a Chain’inin söylediklerini anlatınca İnayet Piçi’nin aklı onunki kadar karışmış gözüküyordu. “En son duyduğumda Fırtına Burnu’nu hala Lord Stannis’e sadık olan adamlar tutuyordu. Connington’un ona da savaş açmak yerine, başka bir isyancıyla dava arkadaşlığı yapacağını düşünmen gerekir.”
“Stannis ona yardım etmekten çok uzak” diye düşündü Arianne. “Lordu ve garnizonu uzak diyarlardaki savaştayken ufak birkaç kaleyi ele geçirmek bir şeydir, ama eğer Lord Connington ve kukla ejderhası bir şekilde diyardaki en güçlü kalelerden birini ele geçirmeyi başarırsa…“
“…diyarın onu ciddiye alması gerekir.” diyerek tamamladı Ser Daemon. “Ve Lannisterlardan hazzetmeyen bazıları onun sancağı altına üşüşebilir.”
O gece Arianne babasına başka bir not daha yazdı ve onu Feathers’a vererek üçüncü kuzgunuyla yolladı. Genç John Mudd da görünüşe bakılırsa kuzgunlarını gönderiyordu. Dördüncü günün akşamında, Chain ve vagonlarının onlardan ayrılmasının üstünden uzun bir süre geçmeden Arianne ve refakatçileri Akbaba Tüneği’nden gelen bir paralı asker birliği ile karşılaşmıştı, birlik Arianne’in daha önce görmediği en garip canlı tarafından yönetiliyor, parmakları boyanmış ve kulaklarındaki mücevherler parlıyordu.
Lysono Maar Ortak Dili oldukça iyi konuşuyordu. “Altın Birlik’in gözü ve kulağı olma şerefine sahibim, prenses.”
“Şey gibi görünüyorsun…” tereddüt etti.
“…bir kadın gibi mi?” Güldü. “Ama öyle değilim.”
“ …bir Targaryen gibi.” diye diretti Arianne Gözleri solgun leylak renginde, saçları ise altın ve beyaz rengindeki bir şelale gibiydi. Yine de onda tüylerini diken diken edecek bir şey vardı. Viserys böyle mi görünüyordu? diye merak ederken buldu kendini. Eğer öyleyse belki de ölmesi iyi olmuştur.
“Gururum okşandı. Targaryen Hanesi’ndeki kadınların dünyada eşi benzerinin bulunmadığı söyleniyor.”
“Peki ya Targaryen Hanesi erkeklerinin?”
“Ah, daha da güzeller. Gerçi, doğruyu söylemek gerekirse, onlardan yalnızca birini gördüm.” Maar onun elini kendi elinin üstüne koydu ve bileğini hafifçe öptü. “Sisli Orman buraya geleceğinize dair haber verdi, tatlı prenses. Sizi Tünek’e eşlik etmekten onur duyarız, ama korkarım ki Lord Connington ile genç prensimizi kaçırdınız.”
“Savaşa mı gittiler?” Fırtına Burnu’na mı?
“Doğrudur.”
Lysli, Chain’den oldukça farklı bir adamdı. Bu adamın ağızından hiçbir şeyi kaçırmayacağını fark etti Arianne, onun eşlik ettiği sürede geçen yetersiz bir kaç saatte. Maar yeterince konuşkandı, ama konuşurken hiçbir şey söylememe sanatında oldukça ustalamıştı. Onunla gelen süvarilere gelince, kendi adamlarının onlardan edinebilecekleri bilgiler için oldukça suskun davranacaklar gibiydi.
Arianne onunla açıkça karşılaşmaya karar verdi. Sisli Orman’dan çıkmalarının beşinci gününün akşamında, asmalar ve bataklıklarla çevrili eski yıkılmış bir kalenin kalıntılarının yanında kamp yaptıklarında, onun yanına kuruldu ve, “Yanınızda filler olduğu doğru mu?” diye sordu.
“Birkaç tane.” dedi Lysono Maar, yüzünde bir gülümsemeyle omuz silkerek.
“Ya ejderhalar? Kaç tane ejderhanız var?”
“Bir.”
“Yani çocuğu kastediyorsunuz.”
“Prens Aegon yetişkin bir adam, prenses.”
“Uçabiliyor mu? Ya ateş soluyabiliyor mu?”
Lysli kahkaha attı ama leylak gözleri hala soğuktu.
“Cyvasse oynar mısınız, lordum?” diye sordu Arianne. “Babam bana öğretiyordu. Oynamakta çok yetenekli değilim, itiraf etmem gerekirse, ama ejderhanın filden daha güçlü olduğunu biliyorum.”
“Altın Birlik bir ejderha tarafından kuruldu.”
“Acıçelik yarı-ejderhaydı ve tamamen piçti. Bir üstat değilim ama biraz tarih bilirim. Siz hala paralı askerlersiniz.”
“Eğer sizi memnun edecekse, prenses,” dedi, tatlı bir nezaketle. “Biz kendimize sürgünlerin özgür kardeşliği demeyi tercih ediyoruz.”
“Nasıl isterseniz. Diğer özgür kardeşlerin yanında sizin grubunuz diğerlerinin üstünde durur, bunu size garanti ederim. Yine de Altın Grup her Westeros’a geçişinde yenildi. Onları Acıçelik komuta ederken de kaybettiler, Blackfyre Sahterkarları’yla da aynısı oldu ve onları Canavar Maelys komuta ederken de hezimete uğradılar.”
Bu adamı eğlendirmişe benziyordu. “En azından inatçıyız, kabul edin. Ve o kayıplardan bazıları yakın yenilgilerdi.”
“Bazıları değildi. O yakın şeylerde ölenler, şu an köklerin içinde çürüyenlerden daha az ölü değil. Babam Prens Doran bilge bir adamdır ve sadece kazanacağı savaşlara girer. Eğer savaşın dengeleri ejderhanızın tersine dönerse Altın Birlik’in Dar Deniz’in karşısına kaçacağına şüphe yok, daha önce yaptıkları gibi. Lord Connington’ın bizzat kendisinin, Robert onu Çanlar Savaşı’nda yendikten sonra yaptığı gibi. Dorne’un öyle bir sığınağı yok. Neden sizin kesin olmayan davanıza kılıç ve mızraklarımızı verelim?”
“Prens Aegon sizin kendi kanınızdan, prenses. Prens Rhaegar Targaryen ve Dorne’lu Elia’nın kızı, babanızın kız kardeşi.”
“Daenerys Targaryen da bizim kanımızdan. Kral Aerys’ın kızı ve Rhaegar’ın kardeşi. Ve onun ejderhaları var, ya da bize gelen hikayelere inanırsak öyle.” Ateş ve kan. “O nerede?”
“Yarım dünya uzağımızda, Köle Körfezi’nde.” dedi Lysono Maar. “Şu sözde ejderhalar geince, onları görmedim. Cyvesse’de ejderhanın filden üstün olduğu doğru. Savaş alanında, beni görebildiğim ve dokunabildiğim fillerle düşmana karşı yollayın, kelimeler ve dileklerden yapılmış ejderhalarla değil.”
Prenses düşünceli bir sessizliğe büründü. Ve o gece babasına dördüncü kuzgunu gönderdi.
Ve en sonunda; gri, ıslak bir günde, ince yağmurlar soğuk havada yağarken, Akbağa Tüneği denizdeki sislerin arasından göründü. Lysono Maar bir elini kaldırdı, bir trampet sesi kayalıkların arasından yankılandı ve kalenin kapıları adeta esneyerek açıldı önlerinde. Prenses, kale kapılarının üzerine asılmış, yağmurla ıslanan bayrakların kırmızı ve beyaz olduğunu gördü, Connington Hanesi’nin renkleriydi bunlar, ama Altın Grup’un altın sancakları da görünürdeydi. Akbabanın boğazı olarak bilinen çift sütunlu sırtın üzerinden sürdüler atlarını, bir yandan da Gemikıran Koyu kayaların herbir tarafından kükrüyordu.
Kale içinde toplanıldığında, Altın Grup’un pek çok subayı Dornelu prensesi karşılamak için bir araya gelmişlerdi. Lysono Maar takdimi yaparken, birer birer prensesin önünde diz çöktüler ve elini öptüler. Pek çoğunun adını daha duyar duymaz unuttu.
Subayların lideri yaşlıca bir adamdı. İnce, biçimli ve tıraşlı bir yüzü vardı ve saçlarını arkasında toplamıştı. Bu adam savaşçı değil, diye düşündü Arianne. Lysli adamı Haldon Yarıüstat olarak tanıttığında Arianne şüphelerini doğruladı.
“Siz ve adamlarınız için odalar hazırladık, prenses.” dedi Halden, sonunda takdim kısmı bittiğinde. “Uygun olacaklarını düşünüyorum. Lord Connington’ı aradığınızı biliyorum, o da sizinle görüşmek istiyor, acil olarak. Eğer sizi memnun edecekse, şafakta sizi ona götürecek bir gemi hazırlanacak.”
“Nereye?” diye sordu Arianne.
“Size kimse söylemedi mi?” Haldon Yarıüstat ona bir hançer gibi ince ve sert bir gülümseme bahşetti. “Fırtına Burnu bizim. El sizi orada bekliyor.”
Daemon Kum prensesin önüne doğru adım attı. “Gemikıran Koyu sıcak bir yaz gününde bile tehlikeli olabilir. Fırtına Burnu’na en güvenli yol karadandır.”
“Bu yağmurlar yolları çamura çevirdi. Yolculuk iki gün sürer, en fazla üç.” dedi Haldon Yarıüstat. “Bir gemi prensesi yarım gün ya da daha kısa sürede götürür. Fırtına Burnu’na Kral Toprakları’ndan gelen bir ordu var. Savaştan önce surların ardında güvende olmak istersiniz.”
Olacak mıyız, diye merak etti Arianne. “Savaş mı? Yoksa kuşatma mı?” Kendini Fırtına Burnu’nda bir tuzağın içinde hapsetmeye niyeti yoktu.
“Savaş.” dedi Haldon kesin bir şekilde. “Prens Aegon onları savaş alanında ezmeyi düşünüyor.”
Arianne Daemon Kum’la bakıştı bir an için. “Bize odalarımızı gösterebilir misiniz? Biraz dinlenmek ve kuru kıyafetler giymek istiyorum.”
Haldon eğildi. “Derhal.”
Refakatçileri doğu kulesine yerleşmişti, sivri pencerelerin Gemikıran Koyu’na baktığı yere.
“Kardeşiniz Fırtına Burnu’nda değil, bunu artık biliyoruz.” dedi Ser Daemon, kapalı kapılar ardına geçer geçmez. “Eğer Daenerys Targaryen’ın ejderhaları varsa, yarım dünya uzaktalar, Dorne’un işine yaramaz. Bizim için Fırtına Burnu’nda hiçbir şey yok, prenses. Eğer Prens Doran sizi bir savaşın ortasına yollasaydı size üç yüz şövalye verirdi, üç değil.”
Bundan o kadar emin olmayın, ser. Kardeşimi Köle Körfezi’ne beş şövalye ve bir üstatla gönderdi. “Connington’la konuşmalıyım.” Arianne pelerinini bir arada tutan güneş ve mızrağı bozdu ve ıslanmış pelerini omzundan aşağı kayıp yere düştü.
“Ve onun ejderha prensini görmek istiyorum. Eğer gerçekten Elia’nın oğluysa…”
“Kimin oğlu olursa olsun eğer Connington Mace Tyrell’le açık bir savaşa girerse, yakında esir olacaktır ya da ölü.”
“Tyrell korkulacak bir adam değil. Amcam Oberyn-“
“-öldü, prenses. Ve Altın Grup’un tüm gücü on bin adamdan oluşuyor.”
“Lord Connington eminim kendi gücünü biliyordur. Eğer savaş riskini alıyorsa, kazanacağına inanıyordur.”
“Peki ya kaç adam kazanacaklarına inandıkları savaşlarda öldü?” diye sordu Ser Daemon ona.
“Onları reddedin prenses. Paralı askerlere güvenmiyorum. Fırtına Burnu’na gitmeyin.“
O seçeneği verecekleri ne malum? İçinde Haldon Yarıüstat ve Lysono Maar’ın, prensesin rızası olsa olmasa da onu o gemiye koyacaklarına dair, rahatsız eden bir his vardı. Onları sınamamak daha iyi olurdu. “Ser Daemon, amcam Oberyn’in yaverliğini yaptınız.” dedi. “Eğer şimdi onla olsaydınız ona da reddetmesini mi söylerdiniz?” Cevap vermesini beklemedi. “Cevabı biliyorum. Eğer bana Kızıl Yılan olmadığımı hatırlatacaksınız, onu da biliyorum. Ama Prens Oberyn öldü, Prens Doran hasta ve yaşlı ve ben Dorne’un varisiyim.”
“İşte bu yüzden kendinizi riske atmamalısınız.” Daemon Kum bir dizi üzerine çöktü. “Fırtına Burnu’na beni yollayın kendi yerinize. Eğer akbabanın planı tutmaz da Mace Tyrell kaleyi geri alırsa, ben sadece bu sahtekara kılıcını sunarak kazanç ve şan elde etmeyi düşünen yurtsuz başka bir şövalye olurum.”
Oysa bu ben ele geçirilmiş gibi olur ve Demir Taht bunu Dorne’un onlara karşı bu paralı askerle birlikte komplo kurduklarına dair bir kanıt olarak algılar. “Beni korumayı düşünmeniz cesurca, ser. Size bunun için teşekkür ederim.” Onun elinden tuttu ve tekrar ayağa kaldırdı. “Ancak babam bu görevi bana verdi, size değil. Şakafta gelin, ejderhayı ininde görmek için yelken açacağım.”
Gazap Burnu’nun güney kıyısında, denizde hırsızlık yapan Dornelu yağmacıları uyarmak amacıyla kadim günlerde inşa edilen taştan gözcü kuleleri yükseliyordu. Kulelerin etrafına köyler kurulmuştu. Bunlardan çok azı şehirlere dönüşmüştü.
Gökdoğan, Ağlayan Şehir’de, bir zamanlar Genç Ejder’in cesedinin Dorne’dan eve dönerken üç gün boyunca kaldığı yerde demir atmıştı. Şehrin güçlü, tahtadan yapılma duvarlarında dalgalanan bayraklar hala Kral Tommen’ın geyik ve aslanını gösteriyor, burada en azından Demir Taht’ın hükmünün geçtiğini belirtiyordu. Gemiden inerken, “Konuştuklarınıza dikkat edin.” diye uyardı refakatçilerini Arienne. “Kral’ın Şehri’nin bu yoldan geçtiğimizi öğrenmemesi en iyisi olur.” Eğer Lord Connington’un isyanı bastırılırsa, Dorne’un Arienne’i ona ve hak iddiasında bulunan adamla görüşmeye gönderdiğinin bilinmesi onlar için iyi olmazdı. Babasının ona öğretmede zorluk yaşadığı başka bir ders de buydu; tarafını dikkatlice, ve yalnızca kazanacak olurlarsa seçmelisin.
Her ne kadar fiyatları geçen senekinden beş kat daha pahalı olsa da, at satın almakta zorlukla karşılaşmamışlardı. “Yaşlı ama sapasağlamlar” diye iddia etti seyis. “Fırtına Burnu’nun bu kısmında bunlardan daha iyilerini bulamazsınız. Akbaba’nın adamları karşılarına çıkan her atı ve katırı ele geçiriyor. Öküzleri de öyle. Ödeme istediğinde bazıları bir kağıdı damgalayacaktır, ama bazıları da karnını deşip sana bir avuç dolusu kendi bağırsağınla ödeme yapacaktır. Eğer onlara rastlarsanız, laflarınıza dikkat edip atlarınızı teslim edin.”
Şehir üç hanı kapsayacak kadar büyüktü ve hepsinin ortak odaları söylentilerle dolup taşıyordu. Arianne, duyabilecekleri şeylerden ötürü, hanların her birine adamlarını yolladı. Kırık Kalkan’da, Daemon Kum’a Holf of Men’deki büyük septin, denizden gelen yağmacılar tarafından yakılıp yağmalandığı, ve Maiden Isle’daki Anne’nin tapınağındaki yüz rahibe adayının köleleştirildiği söylendi. Loon’da, Joss Hood genç Ser Addarn, yaşlı Lord Whitehead’in oğlu ve varisinin de içlerinde bulunduğu elli adam ve çocuğun Ağlayan Şehir’den Akbaba Tüneği’ndeki Jon Connington’a katılmak için kuzeye yola çıktıklarını öğrendi. Ama haklı bir biçimde isim verilmiş Sarhoş Dornelu’da, Feathers adamların Akbaba’nın Kızıl Ronnet’in kardeşini öldürdüğünü ve bakire kız kardeşine tecavüz ettiğini konuştuklarını duydu. Kız kardeşinin onuruna leke sürülmesinin ve kardeşinin ölümünün intikamını almak için Ronnet’in bizzat kendisinin güneye doğru hızla yola çıktığı söyleniyordu.
O gece Arianne duyduğu ve gördüğü her şeyi babasına anlatmak için kuzgunlarından ilkini Dorne’a gönderdi. Refakatçileriyle birlikte, ertesi sabah güneşin ilk ışıkları Ağlayan Şehir’in kıvrak yolları ve siperli çatılarına düşerken Sisli Orman’a doğru yola çıktı. Kuşluk vaktinde, küçük köyler ve yeşil arazilerden kuzeye doğru giderlerken hafif bir yağmur yağmaya başladı. O zamana kadar, siçbir savaş izi görmemişlerdi, ama tekerlik izleri düşmüş yoldaki diğer bütün yolcular diğer yöne gidiyor gibi duruyor ve geçtikleri köylerdeki kadınlar onlara ürkek gözlerle bakıp çocuklarını yakınlarında tutuyorlardı. Daha da kuzeyde, arazilerin yolu eğimli tepelere ve eski ormanın kalın korularına açılıyor, yollar küçülüyor ve köylere daha az rastlanılıyordu..
Şafak, onları ıslak yeşil bir diyarda, derelerin ve nehirlerin karanlık ormanların içlerinden aktığı ve yerin çamur ile çürüyen yapraklardan oluştuğu yağmur ormanının kenarında buldu. Devasa söğüt ağaçları su yolları boyunca büyümüştü, Arieanne’ın daha önce gördüğünden çok daha büyüktüler, koca gövdeleri yaşlı bir adamın yüzü gibi çarpık ve budaklanmış ve gümüşi yosunlarla süslenmişti. Ağaçlar her tarafı kapatıp, güneşi engelliyordu; katran ağaçları ve kızıl sedirler, beyaz meşe ağaçları, kuleler ve devasa heykeller kadar dik ve uzun çam ağaçları, geniş yapraklı kızıl ağaçlar, kurtçuk ağaçları, ve hatta sağda solda yaban yürek ağaçları bile vardı. Dolaşık dallarının altında büyük miktarda eğrelti otu ve çiçekler bitmişti; sivripulunçlar, dişi eğrelti otları, çan çiçekleri ve and dantel bitkileri, eşekotu ve zehir öpücüğü bitkileri, kızılyaprak, ciğer otu, boynuz otları vardı. Mantarlar hem ağaç köklerinde hem de ağaçları gövdelerinde bitmişti ve yağmura yakalanan benekli ellere benziyordu. Diğer ağaçlar da yeşil, gri ya da kırmızı ve bazen de parlak mor renkli yosunlarla kaplıydı. Likenler her bir taşı ve kayayı kaplamıştı.Şapkalı mantarlar çürüyen kütüklerin yanında çoğalmıştı. Havaya yeşillik hakimdi.
Arianne bir keresinde babası ile Üstat Caleottenin bir septonla Dorne Denizi’nin güney ve kuzey yakasının neden bu kadar farklı olduğunu tartıştıklarını duymuştu. Septon bunun denizin tanrısı ve rüzgarın tanrıçasının kızını çalıp, onların sonsuz düşmanlığını kazanan ilk Fırtına Kralı, Durran Tanrıkederi’nin yüzünden olduğunu düşünüyordu. Prens Doran ve üstat daha çok rüzgar ve denizden dolayı olduğunu düşünüyor ve Yaz Denizi’nde oluşan büyük fırtınaların Gazap Burnu’na vurmadan önce kuzeye giden nemi nasıl topladığıdan bahsediyorlardı. Arianne babasının, fırtınaların tuhaf bir sebepten dolayı hiçbir zaman Dorne’a vurmadığını söylediğini hatırladı. “Neden öyle olduğunu biliyorum.” diye cevap verdi septon. “Bir Dornelu asla iki tanrının kızını çalmamıştır.”
Yolculuk burada Dorne’da olduğundan çok daha yavaştı. Düzgün yollar yerine, oraya buraya kıvrılan, yosun kaplı kayalarla dolu yarıklardan ve böğürtlen çalılarıyla tıkanmış derin dağ geçitlerinden geçen patikalarda yolculuk ediyorlardı. Bazen yol tamamen yitip gidiyor, ya bataklığa batıyor ya da otların arasında kaybolarak Arianne ve refakatçilerini suskun ağaçlar arasından kendi yollarını bulmaya zorluyordu. Yağmur hala kararlı ve yavaş bir biçimde yağıyordu. Yapraklardan damlayan suların sesi her taraflarını kuşatıyor ve bazen de her bir mil civarında diğer bir şelalenin müziği onlara sesleniyordu.
Orman aynı zamanda mağaralarla da doluydu. İlk gecelerinde, ıslanmaktan korunmak için onlardan birine sığındılar. Dorne’da sıklıkla karanlık çöküp, mehtap kumları gümüş rengine çevirdiğinde yolcululuk ederlerdi ama yağmur ormanı çok fazla sis, yarık ve obruklarla kaplıydı ve etraf ağaçların altındaki zift gibi, ayın yalnızca bir anı olarak kalacağı kadar karanlıktı.
Feathers bir ateş yakıp Ser Garibald’ın yolda bulduğu biraz mantar ve yaban soğanlarının yanında getirdiği bir çift tavşanı pişirdi. Yemeklerini yedikten sonra Elia Kum bir dal ile biraz yosunu meşaleye çevirip mağaranın derinliklerini keşfetmeye gitti. “Çok uzağa gitmediğinden emin ol.” dedi ona Arianne. “Bu mağaralardan bazıları oldukça derin, kaybolması da çok kolaydır.
Prenses, Daemon Kum’a bir oyun daha kaybedip, Joss Hood’a karşı bir tane kazandıktanve ikisi Jayne Ladybright’a kuralları öğretmeye başladığında oynamayı bıraktı. Bu tarz oyunlardan bıkmıştı artık.
Nym ve Tyene çoktan Kral’ın şehrine varmış olmalılar, diye düşündü mağaranın ağıza bağdaş kurup yağan yağmuru izlemeye başlarken. Eğer varmamışlarsa bile, yakında orada olacaklardır. Deneyimli üç yüz mızrakçı da onların yanında Kemik Yolu üzerinden Summerhall harabelerini geçip kral yoluna gitmişti. Eğer Lannisterlar küçük tuzaklarını kral ormanında kurmayı denerlerse, Leydi Nym bunun bir felaketle sonuçlanmasını sağlayacaktır. Ve tabii avcıların avını yakalamamasını da. Prens Trystane, Prenses Myrcella’dan göyaşlarıyla dolu bir ayrılıktan sonra güvenli bir biçimde Güneş Mızrağı’nda kalmıştı. Bu bir kardeş sayılır, diye düşündü Arienne, ama peki eğer akbabayla değilse Quentyn neredeydi? Ejder gelini ile evlenmiş miydi? Kral Quentyn. Kulağa hala aptalca geliyordu. Bu yeni Daenerys Targaryen, Arieanne’den onlarca yaş küçüktü. Onun gibi bir hizmetçi sıkıcı, kitabi kardeşinden ne isteyebilirdi? Genç kızlar şeytani gülümsemeleri olan cesur şövalyeleri hayal ederdi, görevlerini her zaman yerine getiren ağırbaşlı çocukları değil. Yine de, Dorne’u isteyecektir.Eğer Demir Taht’a oturmayı umuyorsa, Güneş Mızrağı’nı alması gerekiyordu. Eğer bunun bedeli Quentyn olacaksa, ejder kraliçe bunu ödeyecekti. Ya o Connington’la birlikte Akbaba Tüneği’nde olsa, ve diğer Targaryen hakkındaki bütün bu şeyler kurnaz bir tezgah olsaydı? Kardeşi onun gayet de onun yanında olabilirdi. Kral Quentyn. Ona diz çökmem gerekecek mi?
Bunu düşünmenin hiçbir faydası yoktu. Quentyn, ya kral olacak ya da olmayacaktı. Dua ederim ki, Dany ona kendi kardeşine davrandığından daha nazik davransın.
Uyku vakti gelmişti. Ertesi gün kat edecekleri uzun yollar vardı. Anca yerleştiklerinde Arianne, Elia Kum’un keşfinden geri dönmediğinin farkına vardı. Kız kardeşleri eğer ona bir şey olursa beni yedi farklı yoldan öldürür. Jayne Ladybright kızın mağaradan çıkmadığına dair yemin etti, bu da hala orada bir yerlerde, karanlıkta gezindiği anlamına geliyordu. Seslenişleri onu ortaya çıkartmayınca, meşaleleri yapıp onu aramaktan başka yapılacak bir şey kalmamıştı.
Mağara, kimsenin tahmin edemeyeceği kadar derin çıkmıştı. Refakatçilerinin kamp kurduğu ve atlarını bağladıkları taşlı girişin ötesinde, bir dizi kıvrak geçit daha da aşağıya gidiyor ve her taraflarında kara delikler bulunuyordu. Daha da içe doğru, duvarlar yine genişliyor ve arayanlar kendilerini bir kalenin büyük salonundan daha büyük olan uçsuz bucaksız kireçtaşı mağaralarda buluyordu. Bağırışları üstlerinden gürültülü bir biçimde uçan yarasaların yuvasını rahatsız etti, ama yalnızca belirsiz yankılar buna cevap verdi. Salonun kısa bir turu daha da ileriye giden üç geçidi ortaya çıkardı, bunlardan biri o kadar küçüktü ki el ve ayaklarının üstünde devam etmelerini gerektiriyordu. “Önce diğerlerini deneyeceğiz.” dedi prenses. “Daemon, sen benimle gel. Garibald, Joss, siz de diğerini deneyin.”
Arianne’in kendisi için seçtiği geçidin sarp ve yüz adım boyunca ıslak olduğu ortaya çıktı. Zemin sağlam değildi. Ayağı bir kez kaydığında, kaymasını önlemek için tutunması gerekiyordu. Geri dönmeyi birçok sefer düşünse de, ileride Sör Daemon’un meşalesini görüp onun Elia’yı çağırdığını duydu, bu yüzden de devam etti. Ve aniden kendini geçen seferkinden beş kat daha büyük, etrafı taş sütünlarla çevrilmiş bir mağarada buldu. Daemon Kum yanına gelip meşalesini kaldırdı. “Taşa nasıl şekil verildiğine bak.” dedi. “Şu sütünlar, ve oradaki duvar. Onları görüyor musun?”
“Yüzler,” dedi Arianne. Onlara bakan o kadar çok hüzünlü göz vardı ki.
“Burası Orman’ın Çocukları’na aitti.”
“Bin yıl önce.” dedi Arianne kafasını çevirerek. “Şunu dinle. Bu Joss mu?”
Öyleydi. O ve Daemon kaygan yamaçtan son az önceki hole giderken, diğer arayacıların Elia’yı bulduğunu gördü. Onların geçitleri kara bir havuzdan aşağıya iniyordu, orada beline kadar suya batmış olan kızı, kör beyaz balığı çıplak elleriyle yakalarken bulmuşlardı ve diktiği yerdeki meşalesi kızıl ve sisli bir şekilde yanıyordu.
“Ölebilirdin,” dedi Arianne ona, anlattığı hikayeyi duyunca. Elia’yı kolundan tutup salladı. “Eğer o meşale sönseydi karanlıkta yapayalnız, tıpkı bir kör gibi kalacaktın. Ne yaptığını sanıyordun sen?”
“İki balık tuttum,” dedi Elia Kum.
“Ölebilirdin,” dedi Arianne tekrar. Sözleri mağara duvarlarında yankılandı “…ölebilirdin… ölebilirdin … ölebilirdin…”
Daha sonra, yüzeye ulaşıp öfkesi yatıştığında prenses kızı yanına alıp oturttu. “Elia, bu son bulmalı.” dedi ona. “Artık Dorne’da değiliz. Kardeşlerinin yanında değilsin ve bu da bir oyun değil.” Güneş Mızrağı’na dönünceye dek hizmetçi rolünü oynayacağına dair söz vermeni istiyorum. Uysal, ağırbaşlı ve itaatkar olmanı istiyorum. Diline hakim olmalısın. Leydi Lance veya turnuvalar hakkında konuşmanı duymayacağım, babandan ya da kardeşlerinden bahsetmeyeceksin. Uğraşmam gereken adamlar paralı askerler. Bugün kendine Jon Connington ismini veren adama hizmet ediyorlar, ama ertesi gün gelince kolaylıkla Lannisterlara hizmet edebilirler. Bir paralı askerin gönlünü kazanmak için gereken tek şey altındır ve Casterly Kayası bundan mahrum değil. Eğer yanlış birisi kim olduğunu öğrenirse, rehin alınıp fidye için tutulabilirsin–“
“Hayır,” dedi Elia sözünü keserek. “Karşılığında fidye isteyecekleri kişi sensin. Dorne’un varisi sensin, ben yalnızca kız bir piçim. Baban senin için sandıklarca altın verir. Benim babam öldü.”
“Öldü ama unutulmadı,” dedi ömrünün yarısını babasının Prens Oberyn olmasını dileyen Arianne. “Sen bir Kum Yılanı’sın ve Prens Doran seni ve kardeşlerini zarardan uzak tutmak için her türlü bedeli öder.” Bu sonunda çocuğun yüzünü güldürmüştü. “Söz veriyor musun? Yoksa seni geri mi göndermeliyim?”
“Yemin ediyorum.” Elia’nın sesi hiç de mutlu gibi gelmiyordu.
“Babanın kemikleri üzerine.”
“Babamın kemikleri üzerine.”
Bu yemini tutacaktır, diye karar verdi Arianne. Kuzenini yanağından öpüp onu uykuya yolladı. Belki de onun maceralarından iyi bir şeyler gelirdi. “Şu ana kadar ne kadar vahşi olduğunu bilmiyordum.” diye yakındı Daemon Kum’a sonradan. “Neden babam onun sorumluluğunu bana yükledi? “İntikam?” diye sordu şövalye, bir gülümsemeyle.
Üçüncü günün geç saatlerinde Sisli Orman’a ulaştılar. Ser Daemon, Joss Hood’u keşif yapması ve şu anda kalenin kimin elinde olduğunu öğrenmesi için önden gönderdi. Geri döndüğünde “Duvarların üstünde yirmi adam dolaşıyor, belki de daha fazla” diye rapor verdi. “Bir sürü araba ve vagon var. Ağr yükler içeri girip, dışarıya boş bir şekilde çıkıyor. Her kapıda muhafız var.”
“Sancaklar?” diye sordu Arianne.
“Altın. Hem kapıda hem de kalede.”
“Hangi armayı taşıyorlardı?”
“Görebildiğim kadarıyla hiçbirini, ama rüzgar esmiyordu. Bayraklar sopalarından gevşek bir şekilde asılmıştı.”
Bu endişelendirici bir durumdu. Altın Birlik’in sancakları altın renkli kumaştan yapılma ve arma ile süslemelerden yoksundu… ama Baratheon Hanesi’nin sancakları da aynı zamanda altındandı, gerçi onlarınki Fırtına Burnu’nun taçlı geyiğinin simgesini taşıyordu. Asılan altın sancaklar ikisi de olabilirdi. “Başka sancak var mıydı? Gümüş-gri?
“Gördüklerimin hepsi altındı, prenses.”
Başını salladı. Mistwood, Mertyns Hanesi’nin yerleşkesiydi, armaları büyük gri zemin üstünde büyük boynuzlu beyaz bir kuşu gösteriyordu. Eğer dalgalanan sancaklar onların değilse, söylentiler büyük ihtimalle doğruydu ve kale Jon Connington ve onun paralı askerlerinin eline geçmişti. “Riski almalıyız,” diye söyledi ekibine. Babasının temkinli davranması Dorne’un işine gelmişti, bunu kabul ediyordu, ama bu amcasının cüretkarlılığının zamanıydı. “Kaleye yürüyün.”
“Sancağınızı açalım mı?” diye sordu Joss Hood.
“Henüz değil.” dedi Arianne. Çoğu yerde, prensesi oynamak onun yararına olmuştu, ama olmadığı bazı yerler de vardı.
Kale kapılarının yarım mil uzağında, deri yelek ile çelik miğfer giyen üç adam ağaçların arasından ortaya çıkarak yollarını kesti. İçlerinden ikisi arbalet ve yara izleri taşıyordu. Üçüncüsü yalnızca nahoş bir gülümsemeyi kuşanmıştı. “Peki ya sizler nereye gidiyorsunuz, güzellerim?” diye.
“Sisli Orman’a, efendini görmeye.” diye cevap verdi Daemon Kum.
“Güzel cevap” dedi gülümseyen. “Bizimle gelin.”
Sisli Orman’ın yeni paralı asker efendileri kendilerine Genç John Mudd ve Chain adını veriyordu. Söylediklerine göre, ikisi de şövalyeydi. Hiçbiri Arianne’nin daha önce gördüğü bir şövalye gibi davranmıyordu. Mudd tepeden tırnağa kahverengi giyinmişti, ten rengi ile aynıydı ama bir çift altın küpe kulaklarından sallanıyordu. Muddların bin yıl önce Üç Dişli Mızrak’ta kral olduğunu biliyordu, ama bu adamda soylu olan hiçbir şey yoktu. Bilhassa da genç değildi, ama görünüşe bakılırsa babası da aynı zamanda Yaşlı John Mudd olarak bilindiği Altın Birlik’te hizmet etmişti.
Chain’in boyu Mudd’ın yarısı kadardı, geniş gövdesinde belinden omuzuna kadar giden bir çift zincir vardı. Mudd kılıç ve hançer kullanırken, Chain göğsünden geçen zincirlerden iki kat kalın ve ağır olan bir buçuk metrelik demir zincilerlerden başka bir silah taşımıyordu. Onları bir kırbaç gibi tutuyordu.
Adamlar sert, kaba saba ve konuşması düzgün olmayan insanlardı, serbest birliklerde uzun yıllar hizmet verdiklerini gösteren yaralara ve kırışmış yüzlere sahiptiler. “Askerler.” diye fısıldadı Ser Daemon onları gördüğünde. “Onlar gibilerini daha önceden de tanıdım.”
Arianne bir kez ismini ve amaçlarını onlara açıkladığında, askerlerden ikisi yeterince misafirperver davrandı. “Bu gece kalacksınız.” dedi Mudd. “Hepinize yetecek kadar yatak var. Sabah olduğunda size yeni atlar ve ne kadar erzağa ihtiyacınız varsa verilecek. Leydimin üstadı geldiğinizi onlara bildirmek için Akbaba Tüneği’ne bir kuzgun gönderebilir.”
“Onlar kim oluyor peki?” diye sordu Arianne. “Lord Connington mu?”
Paralı askerler birbirlerine baktılar. “Yarı-üstat” dedi John Mudd. “Tünek’te bulacağınız kişi o.”
“Griffin’in ve ordusu ilerliyor.” dedi Chain.
“Nereye?” diye sordu Ser Daemon.
“Söylemek bize düşmez.” dedi Mudd. “Chain, diline hakim ol.”
Chain homurdandı. “O Dorne’dan. Neden bilmesin ki? Bize katılmaya geldi, öyle değil mi?”
Buna henüz karar verilmedi, diye düşündü Arianne Martell, ama konuyu daha fazla uzatmamanın en iyis olduğu hissine kapıldı.
Akşam olduğunda onlara Baykuşlar Kulesi’nin en tepesindeki odada güzel bir yemek sunuldu ve o yemeğe Leydi Mertyns ve üstadı da katıldı. Kendi kalesinde bir tutsak olmasına rağmen, yaşlı kadın dinç ve neşeli görünüyordu. “Oğullarım ve torunlarım, Lord Renly sancaktarlarını çağırdığında gitti.” diye söyledi prensese ve onun yanındakilere. “O zamandan beri onlarla görüşmüyorum, yine de zaman zaman bana bir kuzgun gönderiyorlar. Torunlarımdan birisi Karasu’da bir yara almış, ama şimdiye dek iyileşmiştir. Yakın zamanda buraya dönüp bu haydut sürüsünü asmalarını bekliyorum.” dedi masanın karşısındaki Mudd ve Chain’e ördek budu sallayarak.
“Bizler hırsız değiliz.” dedi Mudd. “Avcıyız.”
“Avludaki bütün o yiyecekleri satın mı aldınız?”
“Ormandan topladık.” dedi Mudd. “Sıradan halk her zaman büyüyebilir. Biz, senin haklı kralına hizmet ediyoruz, ihtiyar kocakarı.” Bundan hoşlanıyormuş gibi gözüküyordu. “Şövalyelerine karşı daha nazik konuşmayı öğrenmelisin.”
“Eğer ikiniz şövalyeyseniz, ben de hala bakireyim demektir.” dedi Leydi Mertyns. “Ve istediğim gibi konuşurum. Ne yapacaksınız, öldürecek misiniz beni? Zaten çok uzun bir hayat sürdüm.”
Princess Arianne, “Size iyi davranıldı mı, leydim?” diye sordu.
“Henüz tecavüze uğramadım, eğer sorduğun şey bu ise.” dedi yaşlı kadın. “Hizmetçi kızların bazıları daha şanssızdı. Evli veya değil, bu adamlar ayrım yapmaz.“
“Kimse tecavüz etmiyor.” diye dayattı Genç John Mudd. “Connington buna izin vermiyor. Emirlere uyuyoruz.”
Chain başını salladı.. “Bazı kızlar ikna edilmiş olabilir, belki de.
“Tıpkı sıradan halkımızın size bütün ekinlerini vermeye ikna edilmesi gibi. Kavunlar ya da bekaretler, sizin için hepsi aynı sayılır. Eğer isterseniz, onu alırsınız.” Leydi Mertyns, Arianne’e döndü. “Eğer şu Lord Connington’u görmeye gideceksen, ona annesini tanıdığımı ve kadının utanç içinde olacağını söyle.”
Belki de söylerim, diye düşündü prenses. O gece babasına ikinci kuzgununu yolladı. Arianne, bitişiğindeki odadan boğuk bir gülüş sesini duyduğunda odasına gitmek üzereydi. Duraklayıp, bir anlığına dinledi, ve kapıyı açıp içeri girdiğinde Elia Kum’u pencere önüne kıvranmış ve Feathers’ı öperken buldu. Feathers, prensesin orada durduğunu gördüğünde zıplayıp ayağa kalktı ve kekelemeye başladı. Her ikisinin de kıyafetleri hala üstündeydi. Arianne, Feathers’ı keskin bir bakış ve “Git” sözüyle gönderirken bu sebepten birazcık rahatladı. Daha sonra Elia’ya döndü. “Senden iki kat daha yaşlı. Bir hizmetçi. Üstatlar için kuşların boklarını temizliyor. Elia, ne aklından ne geçiyordu?”
“Yalnızca öpüşüyorduk. Onunla evlenmeyeceğim.” Elia kollarını küstah bir biçimde göğüslerinin altında birleştirdi. “Daha önce bir çocuğu öpmediğimi mi sanıyorsun?”
“Feathers bir adam. Hizmetçi bir adam, ama yine de bir adam. "Kendi bekaretini Daemon Sand’e verdiğinde Elia ile aynı yaşta olduğu gerçeği prensesin gözünden kaçmadı. “Ben senin anne değilim. Dorne’a döndüğümüzde dilediğin kadar çocuğu öpebilirsin ama şu an burası… öpüşmelerin yeri ve zamanı değil, Elia. Uysal, ağırbaşlı ve itaatkar dedin. Buna namusluyu da eklemem gerekiyor mu? Babanın kemikleri üzerine yemin etmiştin.”
“Hatırlıyorum.” dedi Elia, sesi azarlanmış biri gibi çıkıyordu. “Uysal, ağırbaşlı ve itaatkar. Onu bir daha öpmeyeceğim.”
Sisli Orman’dan Akbaba Tüneği’ne giden en kısa yol yağmur ormanın yeşil, en iyi zamanlarda yavaş yağan yağmurlu kalbinden geçiyordu Arianne ve refakatçileri için yol en iyi şekilde sekiz gün sürmüştü. Ağaçların tepesine kırbaçlarcasına ve kararlı bir biçimde yağan yağmurun müziğinde yolculuk ettiler, yine de büyük yaprakların sancaklarında o ve atlıları şaşırtıcı bir biçimde kuru kalmayı başardı. Chain onlara kuzeye yaptıkları yolculuğun ilk dört gününde bir vagon dizisi ve on adamıyla beraber eşlik etti. Mudd’tan uzak kalınca daha açık sözlü davranmaya başladı ve Arianne onu hayat hikayesini anlatması için cezbedebildi. En büyük övünç kaynağı Kara Ejderha ile Kızıl Çimen Alanı’nda savaşan ve dar denizi Acıçelik ile birlikte geçen büyük büyükbabasıydı. Chain’in kendisi ise birlikte doğmuş ve paralı asker olan babasının bir takipçisi tarafından büyütülmüştü. Ortak Dil’i konuşmak için yetiştirilmiş ve kendisini bir Batıdiyarlı olarak görse de, şu ana dek Yedi Krallık’ın hiçbir noktasına ayak basmamıştı.
Üzücü ve tanıdık gelen bir hikaye, diye düşündü Arianne. Adamın hayatı aynı geçmişti, savaştığı yerlerin, karşılaştığı ve yendiği düşmanların ve aldığı yaraların uzun bir listesi. Prenses konuşmasına izin verdi, zaman zaman sözünü bir kahkaha veya bir dokunuş ya da etkilendiğini belirten bir soruyla kesti. Mudd’ın zarlarla olan yeteneğinden, İki Kılıç ve kızıllara karşı olan düşkünlüğü, bir keresinde birinin nasıl da Harry Strickland’ın en sevdiği filiyle kaçtığını, Küçük Kedicik ve şanslı kedisini ve Altın Birlik’teki insanlarla görevlilerinin marifetleri ve kusurları hakkında ihtiyaç duyduğundan çok daha fazlasını öğrendi. Ama dördüncü günde, ihtiyatsız konuştuğu bir anda, Chain ağzından “…Fırtına Burnu’nu bir kez aldık mı…” sözünü kaçırdı.
Prenses buna yorum yapmadan konuyu savuşturdu, yine de hatırı sayılır bir süre duraklamasına yol açmıştı. Fırtına Burnu. Bu akbaba denen herif cesur birisi gibi gözüküyor. Ya da bir aptal. Baratheon Hanesi’nin üç asırdır, ondan binlerce yıl önce de kadim Fırtına Kralları’nın meskeni olan Fırtına Burnu’nun aşılamaz olduğu söylenirdi. Arianne adamların diyardaki en güçlü kalenin hangisi olduğu konusunda tartıştığını duymuştu. Bazısı Casterly Kayası, bazısı Arryn’in Eyrie’sini, bazısı donmuş kuzeydeki Kışyarı olduğunu söylerdi ama Fırtına Burnu’ndan da hep bahsedilirdi. Efsanelere göre kalenin, intikam arayışı içinde olan tanrının gazabına dayanmak için Mimar Brandon tarafından inşa edildiği söylenirdi. Duvarları Yedi Krallık’takilerin en yükseği ve en güçlüsüydü, kalınlık bakımından on iki ila yirmi dört metreyi bulurdu. Görkemli penceresiz kulesi, Eski Şehir’in Yüksek Kulesi’nin yarı boyundan daha kısaydı, ama basıldığı yerde dimdik yükselirdi, duvarları da Eski Şehir’de bulunanlardan üç kat daha kalındı. Hiçbir kuşatma kulesi Fırtına Burnu’nun mazgallarına erişecek kadar yüksek değildi; ister katapult isterse de mancınık olsun, hiçbiri devasa duvarlarında gedik açmayı umamazdı.
Connington kuşatma yapmayı mı düşünüyordu? diye düşündü. Ne kadar adamı olabilirdi ki? Kale düşmeden çok önce, Lannisterlar o tür bir kuşatmayı kıracak bir ordu gönderirdi. O da umutsuz bir durum.
O gece Ser Daemon’a Chain’inin söylediklerini anlatınca İnayet Piçi’nin aklı onunki kadar karışmış gözüküyordu. “En son duyduğumda Fırtına Burnu’nu hala Lord Stannis’e sadık olan adamlar tutuyordu. Connington’un ona da savaş açmak yerine, başka bir isyancıyla dava arkadaşlığı yapacağını düşünmen gerekir.”
“Stannis ona yardım etmekten çok uzak” diye düşündü Arianne. “Lordu ve garnizonu uzak diyarlardaki savaştayken ufak birkaç kaleyi ele geçirmek bir şeydir, ama eğer Lord Connington ve kukla ejderhası bir şekilde diyardaki en güçlü kalelerden birini ele geçirmeyi başarırsa…“
“…diyarın onu ciddiye alması gerekir.” diyerek tamamladı Ser Daemon. “Ve Lannisterlardan hazzetmeyen bazıları onun sancağı altına üşüşebilir.”
O gece Arianne babasına başka bir not daha yazdı ve onu Feathers’a vererek üçüncü kuzgunuyla yolladı. Genç John Mudd da görünüşe bakılırsa kuzgunlarını gönderiyordu. Dördüncü günün akşamında, Chain ve vagonlarının onlardan ayrılmasının üstünden uzun bir süre geçmeden Arianne ve refakatçileri Akbaba Tüneği’nden gelen bir paralı asker birliği ile karşılaşmıştı, birlik Arianne’in daha önce görmediği en garip canlı tarafından yönetiliyor, parmakları boyanmış ve kulaklarındaki mücevherler parlıyordu.
Lysono Maar Ortak Dili oldukça iyi konuşuyordu. “Altın Birlik’in gözü ve kulağı olma şerefine sahibim, prenses.”
“Şey gibi görünüyorsun…” tereddüt etti.
“…bir kadın gibi mi?” Güldü. “Ama öyle değilim.”
“ …bir Targaryen gibi.” diye diretti Arianne Gözleri solgun leylak renginde, saçları ise altın ve beyaz rengindeki bir şelale gibiydi. Yine de onda tüylerini diken diken edecek bir şey vardı. Viserys böyle mi görünüyordu? diye merak ederken buldu kendini. Eğer öyleyse belki de ölmesi iyi olmuştur.
“Gururum okşandı. Targaryen Hanesi’ndeki kadınların dünyada eşi benzerinin bulunmadığı söyleniyor.”
“Peki ya Targaryen Hanesi erkeklerinin?”
“Ah, daha da güzeller. Gerçi, doğruyu söylemek gerekirse, onlardan yalnızca birini gördüm.” Maar onun elini kendi elinin üstüne koydu ve bileğini hafifçe öptü. “Sisli Orman buraya geleceğinize dair haber verdi, tatlı prenses. Sizi Tünek’e eşlik etmekten onur duyarız, ama korkarım ki Lord Connington ile genç prensimizi kaçırdınız.”
“Savaşa mı gittiler?” Fırtına Burnu’na mı?
“Doğrudur.”
Lysli, Chain’den oldukça farklı bir adamdı. Bu adamın ağızından hiçbir şeyi kaçırmayacağını fark etti Arianne, onun eşlik ettiği sürede geçen yetersiz bir kaç saatte. Maar yeterince konuşkandı, ama konuşurken hiçbir şey söylememe sanatında oldukça ustalamıştı. Onunla gelen süvarilere gelince, kendi adamlarının onlardan edinebilecekleri bilgiler için oldukça suskun davranacaklar gibiydi.
Arianne onunla açıkça karşılaşmaya karar verdi. Sisli Orman’dan çıkmalarının beşinci gününün akşamında, asmalar ve bataklıklarla çevrili eski yıkılmış bir kalenin kalıntılarının yanında kamp yaptıklarında, onun yanına kuruldu ve, “Yanınızda filler olduğu doğru mu?” diye sordu.
“Birkaç tane.” dedi Lysono Maar, yüzünde bir gülümsemeyle omuz silkerek.
“Ya ejderhalar? Kaç tane ejderhanız var?”
“Bir.”
“Yani çocuğu kastediyorsunuz.”
“Prens Aegon yetişkin bir adam, prenses.”
“Uçabiliyor mu? Ya ateş soluyabiliyor mu?”
Lysli kahkaha attı ama leylak gözleri hala soğuktu.
“Cyvasse oynar mısınız, lordum?” diye sordu Arianne. “Babam bana öğretiyordu. Oynamakta çok yetenekli değilim, itiraf etmem gerekirse, ama ejderhanın filden daha güçlü olduğunu biliyorum.”
“Altın Birlik bir ejderha tarafından kuruldu.”
“Acıçelik yarı-ejderhaydı ve tamamen piçti. Bir üstat değilim ama biraz tarih bilirim. Siz hala paralı askerlersiniz.”
“Eğer sizi memnun edecekse, prenses,” dedi, tatlı bir nezaketle. “Biz kendimize sürgünlerin özgür kardeşliği demeyi tercih ediyoruz.”
“Nasıl isterseniz. Diğer özgür kardeşlerin yanında sizin grubunuz diğerlerinin üstünde durur, bunu size garanti ederim. Yine de Altın Grup her Westeros’a geçişinde yenildi. Onları Acıçelik komuta ederken de kaybettiler, Blackfyre Sahterkarları’yla da aynısı oldu ve onları Canavar Maelys komuta ederken de hezimete uğradılar.”
Bu adamı eğlendirmişe benziyordu. “En azından inatçıyız, kabul edin. Ve o kayıplardan bazıları yakın yenilgilerdi.”
“Bazıları değildi. O yakın şeylerde ölenler, şu an köklerin içinde çürüyenlerden daha az ölü değil. Babam Prens Doran bilge bir adamdır ve sadece kazanacağı savaşlara girer. Eğer savaşın dengeleri ejderhanızın tersine dönerse Altın Birlik’in Dar Deniz’in karşısına kaçacağına şüphe yok, daha önce yaptıkları gibi. Lord Connington’ın bizzat kendisinin, Robert onu Çanlar Savaşı’nda yendikten sonra yaptığı gibi. Dorne’un öyle bir sığınağı yok. Neden sizin kesin olmayan davanıza kılıç ve mızraklarımızı verelim?”
“Prens Aegon sizin kendi kanınızdan, prenses. Prens Rhaegar Targaryen ve Dorne’lu Elia’nın kızı, babanızın kız kardeşi.”
“Daenerys Targaryen da bizim kanımızdan. Kral Aerys’ın kızı ve Rhaegar’ın kardeşi. Ve onun ejderhaları var, ya da bize gelen hikayelere inanırsak öyle.” Ateş ve kan. “O nerede?”
“Yarım dünya uzağımızda, Köle Körfezi’nde.” dedi Lysono Maar. “Şu sözde ejderhalar geince, onları görmedim. Cyvesse’de ejderhanın filden üstün olduğu doğru. Savaş alanında, beni görebildiğim ve dokunabildiğim fillerle düşmana karşı yollayın, kelimeler ve dileklerden yapılmış ejderhalarla değil.”
Prenses düşünceli bir sessizliğe büründü. Ve o gece babasına dördüncü kuzgunu gönderdi.
Ve en sonunda; gri, ıslak bir günde, ince yağmurlar soğuk havada yağarken, Akbağa Tüneği denizdeki sislerin arasından göründü. Lysono Maar bir elini kaldırdı, bir trampet sesi kayalıkların arasından yankılandı ve kalenin kapıları adeta esneyerek açıldı önlerinde. Prenses, kale kapılarının üzerine asılmış, yağmurla ıslanan bayrakların kırmızı ve beyaz olduğunu gördü, Connington Hanesi’nin renkleriydi bunlar, ama Altın Grup’un altın sancakları da görünürdeydi. Akbabanın boğazı olarak bilinen çift sütunlu sırtın üzerinden sürdüler atlarını, bir yandan da Gemikıran Koyu kayaların herbir tarafından kükrüyordu.
Kale içinde toplanıldığında, Altın Grup’un pek çok subayı Dornelu prensesi karşılamak için bir araya gelmişlerdi. Lysono Maar takdimi yaparken, birer birer prensesin önünde diz çöktüler ve elini öptüler. Pek çoğunun adını daha duyar duymaz unuttu.
Subayların lideri yaşlıca bir adamdı. İnce, biçimli ve tıraşlı bir yüzü vardı ve saçlarını arkasında toplamıştı. Bu adam savaşçı değil, diye düşündü Arianne. Lysli adamı Haldon Yarıüstat olarak tanıttığında Arianne şüphelerini doğruladı.
“Siz ve adamlarınız için odalar hazırladık, prenses.” dedi Halden, sonunda takdim kısmı bittiğinde. “Uygun olacaklarını düşünüyorum. Lord Connington’ı aradığınızı biliyorum, o da sizinle görüşmek istiyor, acil olarak. Eğer sizi memnun edecekse, şafakta sizi ona götürecek bir gemi hazırlanacak.”
“Nereye?” diye sordu Arianne.
“Size kimse söylemedi mi?” Haldon Yarıüstat ona bir hançer gibi ince ve sert bir gülümseme bahşetti. “Fırtına Burnu bizim. El sizi orada bekliyor.”
Daemon Kum prensesin önüne doğru adım attı. “Gemikıran Koyu sıcak bir yaz gününde bile tehlikeli olabilir. Fırtına Burnu’na en güvenli yol karadandır.”
“Bu yağmurlar yolları çamura çevirdi. Yolculuk iki gün sürer, en fazla üç.” dedi Haldon Yarıüstat. “Bir gemi prensesi yarım gün ya da daha kısa sürede götürür. Fırtına Burnu’na Kral Toprakları’ndan gelen bir ordu var. Savaştan önce surların ardında güvende olmak istersiniz.”
Olacak mıyız, diye merak etti Arianne. “Savaş mı? Yoksa kuşatma mı?” Kendini Fırtına Burnu’nda bir tuzağın içinde hapsetmeye niyeti yoktu.
“Savaş.” dedi Haldon kesin bir şekilde. “Prens Aegon onları savaş alanında ezmeyi düşünüyor.”
Arianne Daemon Kum’la bakıştı bir an için. “Bize odalarımızı gösterebilir misiniz? Biraz dinlenmek ve kuru kıyafetler giymek istiyorum.”
Haldon eğildi. “Derhal.”
Refakatçileri doğu kulesine yerleşmişti, sivri pencerelerin Gemikıran Koyu’na baktığı yere.
“Kardeşiniz Fırtına Burnu’nda değil, bunu artık biliyoruz.” dedi Ser Daemon, kapalı kapılar ardına geçer geçmez. “Eğer Daenerys Targaryen’ın ejderhaları varsa, yarım dünya uzaktalar, Dorne’un işine yaramaz. Bizim için Fırtına Burnu’nda hiçbir şey yok, prenses. Eğer Prens Doran sizi bir savaşın ortasına yollasaydı size üç yüz şövalye verirdi, üç değil.”
Bundan o kadar emin olmayın, ser. Kardeşimi Köle Körfezi’ne beş şövalye ve bir üstatla gönderdi. “Connington’la konuşmalıyım.” Arianne pelerinini bir arada tutan güneş ve mızrağı bozdu ve ıslanmış pelerini omzundan aşağı kayıp yere düştü.
“Ve onun ejderha prensini görmek istiyorum. Eğer gerçekten Elia’nın oğluysa…”
“Kimin oğlu olursa olsun eğer Connington Mace Tyrell’le açık bir savaşa girerse, yakında esir olacaktır ya da ölü.”
“Tyrell korkulacak bir adam değil. Amcam Oberyn-“
“-öldü, prenses. Ve Altın Grup’un tüm gücü on bin adamdan oluşuyor.”
“Lord Connington eminim kendi gücünü biliyordur. Eğer savaş riskini alıyorsa, kazanacağına inanıyordur.”
“Peki ya kaç adam kazanacaklarına inandıkları savaşlarda öldü?” diye sordu Ser Daemon ona.
“Onları reddedin prenses. Paralı askerlere güvenmiyorum. Fırtına Burnu’na gitmeyin.“
O seçeneği verecekleri ne malum? İçinde Haldon Yarıüstat ve Lysono Maar’ın, prensesin rızası olsa olmasa da onu o gemiye koyacaklarına dair, rahatsız eden bir his vardı. Onları sınamamak daha iyi olurdu. “Ser Daemon, amcam Oberyn’in yaverliğini yaptınız.” dedi. “Eğer şimdi onla olsaydınız ona da reddetmesini mi söylerdiniz?” Cevap vermesini beklemedi. “Cevabı biliyorum. Eğer bana Kızıl Yılan olmadığımı hatırlatacaksınız, onu da biliyorum. Ama Prens Oberyn öldü, Prens Doran hasta ve yaşlı ve ben Dorne’un varisiyim.”
“İşte bu yüzden kendinizi riske atmamalısınız.” Daemon Kum bir dizi üzerine çöktü. “Fırtına Burnu’na beni yollayın kendi yerinize. Eğer akbabanın planı tutmaz da Mace Tyrell kaleyi geri alırsa, ben sadece bu sahtekara kılıcını sunarak kazanç ve şan elde etmeyi düşünen yurtsuz başka bir şövalye olurum.”
Oysa bu ben ele geçirilmiş gibi olur ve Demir Taht bunu Dorne’un onlara karşı bu paralı askerle birlikte komplo kurduklarına dair bir kanıt olarak algılar. “Beni korumayı düşünmeniz cesurca, ser. Size bunun için teşekkür ederim.” Onun elinden tuttu ve tekrar ayağa kaldırdı. “Ancak babam bu görevi bana verdi, size değil. Şakafta gelin, ejderhayı ininde görmek için yelken açacağım.”